2019 yılında meydana gelen Kovid-19 pandemisinin etkisi her ne kadar azalmış olsa da küresel sistemle beraber ülkeler üzerinde oluşturduğu tahribat hissedilmeye devam etmektedir. 2019 yılından günümüze kadar dünya çok boyutlu sınamalarla karşı karşıya kalmış buna mukabil olarak da ülkeler, yeni denge arayışları ve politikalar geliştirmeye koyulmuştur.

Uzun bir süredir devam eden ticari savaşlar, toplumsal hareketlilikler, sınırı aşan göçler, terör eylemleri, iklim değişikliği ve tüm bunlarla beraber özellikle de 24 Şubat 2022 tarihinde başlayan Rusya-Ukrayna savaşının beraberinde getirdiği enerji ve gıda krizi tüm dünyayı etkisi altına almıştır.

Yaşanan gelişmeler toplumsal hareketlilikleri tetiklemiş pek çok ülkede hükümet krizleri vasat bulmuş, silahlanma yarışı artmış ve insanlığın huzuru günden güne bozulmaya devam etmektedir.

Özellikle Avrupa ülkelerinde meydana gelen toplumsal olaylarda hükümet karşıtı olduğu kadar NATO ve AB karşıtı söylemlerin sesinin yükselmesi de dikkatlerden kaçmamaktadır.

Malum savaşın etkileri sadece enerji ve gıda kriziyle sınırlı kalmamış başta Avrupa ülkeleri olmak üzere dünyanın pek çok noktasında yeni güvenlik mimarisi arayışlarını da beraberinde getirmiştir. Avrupa’da çok uzun bir süredir tarafsızlık politikasını benimseyen ülkeler (İsveç ve Finlandiya) yönünü NATO’ya çevirmiştir. NATO’ya üyelik başvurusunda bulunan İsveç ve Finlandiya’nın terör örgütleriyle olan yakın ilişkileri Türkiye’nin itirazına sebep olmuştur.

NATO ile ilgili problem sadece İsveç ve Finlandiya’nın terör örgütleri ile olan yakın ilişkisiyle sınırlı değildir.

Türkiye, 1952 yılından beri NATO üyesi bir ülkedir. Bu bağlamda üzerine düşen vazifeleri her zaman yerine getirmiş ve üye ülkeler arasındaki dengeyi her daim gözetmiştir.

Ancak, uzun bir süre boyunca Türkiye, NATO’nun doğudaki karakol ülkesi muamelesi görmüş ve Türkiye’de yaşanan krizlerin, toplumsal ve siyasal çalkantıların, darbelerin tahrik merkezinde NATO’nun olduğu, gündemi yoğun bir şekilde işgal etmiştir.

Öte yandan son dönemde ABD’nin Türkiye çevresinde izlediği politikalar ise müttefiklik ruhunun oldukça uzağındadır.

ABD, bir yandan NATO üyesi iki ülke (Türkiye-Yunanistan) arasında dengeden uzak politikalarla gerilimi tırmandırma gayreti içerisinde iken diğer yandan da NATO üyesi olmayan bir ülkeyi (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi)  NATO üyesi başka bir ülkeye (Türkiye) tercih etmektedir. Söz konusu ülkelerin silahlanmasının önünü açması, Türkiye’nin egemenlik haklarına yönelik mütecaviz eylemleri desteklemesi ABD’nin samimiyetsiz yaklaşımını tekraren göstermektedir. Ayrıca Suriye ve Irak’ta Türkiye’nin, sınır güvenliği ile beraber bölgenin istikrara kavuşmasına yönelik yürüttüğü harekâtlara karşı çıkarak, bölgedeki terör örgütlerine destek sağlayarak müttefiklik ruhundan ne denli uzak olduğunu da gözler önüne sermektedir.

Türkiye’nin NATO’daki varlığı NATO için oldukça büyük bir anlam ve önemi ifade etmektedir. Ancak Türkiye, NATO ile var olmamış ve NATO’suz da yok olmayacaktır.

Yaşanan gelişmeler göstermektedir ki küresel güvenliğin ve barışın sağlanması yolunda atılacak adımlar birkaç kurumun elinde sınırlı kalmamalıdır. Bu bağlamda Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin 24 Mayıs 2022 tarihinde haftalık olağan Meclis Grup Toplantısı’nda işaret buyurdukları 57 İslam ülkesi ve Türk dünyasını kapsayan “Asya ve Orta Doğu Güvenlik Örgütü” iyi anlaşılmalı ve analiz edilmelidir.

Asya ve Orta Doğu Güvenlik Örgütü toplamda 1 milyar 956 milyon 191 bin 783 kişilik nüfus, yaklaşık olarak 7 milyonluk askerî personel sayısı ve bununla beraber yaklaşık 20 trilyon dolarlık bir gayrisafi yurt içi hasılayla önemli bir birlikteliği ifade edebilecektir.

Aynı kökten beslenen Türk-İslam dünyasının ortaya koyacağı askerî birliktelik ile Türk ve İslam ruhunun ayağa kalkıp genişlemesi küresel dengeleri kökten değiştirebilecektir.

Öte yandan uzun yıllardır çeşitli sınamalarla karşı karşıya kalan Türk-İslam dünyası, güvenlik bahanesiyle yapılan dayatmalara karşı da direnç kazanabilecek ve önemli bir güç merkezi hâline gelebilecektir.

Dünyanın küreselleşmeden yerelleşmeye doğru gittiği bir süreçte aynı ruh kökünden beslenen ülkelerin bir araya gelmesi tabii bir gelişme olacağı gibi artık bir gerçeklik hâline gelmiştir.