TÜRK-İSLÂM DEVLETLERİNDE KÜLTÜR VE MEDENİYET -2-

Özellikle İslâm’ın cihat fikri, Türklerin fütûhat felsefesine uygun olarak onları yönlendirmiştir. Karahanlılar, doğuda Balasagun ve Kaşgar’da İslâmiyet’i yaymışlar, Orta Asya’nın dağlık bölgelerine kadar İslâmî esasları götürmüşlerdir. Karahanlılar, Uygur Türklerinin İslâmlaşması için büyük gayret sarf etmişlerdir.

İlk Türk-İslâm devletlerinde ordu, devlet içinde yer alan önemli müesseselerden birisi idi. Güçlü bir ordu devletin temeli olarak görülüyordu. Bu dönemde ordunun insan unsuru büyük çapta Türklerden meydana geliyordu. Mısır’da kurulan Tolunoğulları ve İhşidîlerde bazı Arap birlikleri bulunuyordu. Fakat Abbasîler ve Sâmânoğulları devletlerinde de Türkler ordunun önemli bir kısmını oluşturuyorlardı. Memlûk ordusu, Kıpçak memleketlerinden ve Kafkasya’dan getirip esir pazarlarında satılan gençlerin yetiştirilmesinden meydana geliyordu.

Karahanlı ordusu tamamen konar-göçer Türkmen birliklerinden oluşuyordu. Gazneliler ordusu ise büyük çapta savaşta esir edilen kölelerden seçilip yetiştirilen askerlerden meydana geliyordu. Bunlara gulâm (köle) adı verilirdi. Bunların çoğunluğu Türk asıllı idi. Gazneli ordusunda ücretli askerler ile gönüllüler de vardı. Ayrıca, çeşitli görevler için fil de kullanılıyordu.

Bu dönemde en güçlü ve düzenli ordu Büyük Selçuklu Devleti ordusu idi. Teşkilâtlanma ve isimlendirme bakımından Gazneli ordusuna benzemektedir. Selçuklu ordusu “insan” unsuru bakımından dört ana gruptan oluşuyordu:

Saray Gulâmları: Bunlar, başta Türkler olmak üzere çeşitli milletlerden seçilerek sarayda özel olarak eğitilen birliklerdi.

Hassa Ordusu: Bunlar da hükümdarın yanında her an savaşa hazır bulunan, iyi eğitilmiş birliklerdi. Bu ordu Osmanlılar döneminde Kapıkulu Ocakları adını alacaktır.

Eyalet Askerleri: Bunlar büyük komutanların, meliklerin ve yüksek devlet görevlilerinin beslediği kuvvetlerdi. Bu grup içinde bağlı devletlerin sefer veya savaş zamanında gönderdikleri kuvvetler de bulunuyordu.

Türkmenler: Başlangıçta Selçuklu ordusunun ana unsuru olan Türkmenler zamanla, gulâmların ve eyalet askerlerinin yerlerini almalarından dolayı, daha çok sınır bölgelerinde fetihler yapan birlikler hâline gelmişlerdir. Konar-göçer hayatın gereği olarak her an savaşa hazır olan Türkmenler, boy beylerinin liderliğinde önemli askerî birlikler oluşturabiliyorlardı. Irak, Suriye, Azerbaycan ve Anadolu’nun fethinde ve Türkleşmesinde Türkmenler önemli rol oynamışlardır.

Selçuklu ordusunda Saray Gulâmları, yılda dört defa maaş alırlardı. Bunlar çok disiplinli birliklerdi. Saraydaki Gulâmhane denilen okulda eğitim görürlerdi. Ordunun subay kaynağı da büyük çapta bu okuldu. Selçuklu Devleti’nde askerî ikta adı verilen sistemle, devletin bazı askerî harcamalardan kurtulması sağlanmıştır. Devlet adamları ve melikler kullanım hakkına sahip oldukları toprakların (ikta) gelirlerini alarak, karşılığında 4 veya 10 bin arasında asker besler, onları savaşa hazırlarlardı. Karahanlılardan alınıp geliştirilen bu dirlik sistemi, Selçukluların Türk askerî yapısına kattıkları önemli bir unsurdur. Osmanlı Devleti’nde, en mükemmel şekline ulaşan bu sisteme, tımar adı verilmiştir. Selçuklu ordusunda, yaptıkları görevlere göre isimlendirilen birlikler vardı. Okçular, gürzcüler, neftçiler, kemendçiler, lâğımcılar ve mancınıkçılar gibi gruplar böyle ihtisas sınıfları idi. Bütün bu birimler barışta savaşa hazırlanırdı. Türk ordusu gece ve gündüz savaşacak şekilde eğitilirdi. Karahanlılarda gece harekâtına katılan birliklere akıncı denirdi. Orduların savaşta saf oluşuna da çerik adı verilirdi. Akıncı ve çeri (asker) kelimelerin kaynağı bu askerî terimlerdedir. Esasen, Oğuzların kurduğu Türk-İslâm devletlerinin temeli Karahanlı Devleti’nde şekillenmiştir.

Selçuklu ordusunda, diğer Türk devletleri ordularında olduğu gibi kullanılan silâhların başında ok ve yay geliyordu. Kılıç, kalkan, mızrak, gürz, nacak, sapan, bıçak gibi hafif silâhlar da muharebe araçları arasındaydı. Ağır silâh olarak mancınık dikkati çekiyordu. Ordu Mete çağındaki onlu sisteme göre teşkilâtlanmıştı.

Din ve inanış

Türk-İslâm devletlerinin kurulduğu bölge, Afrika hariç olmak üzere bütün İslâm dünyasını içine alan bir bölgeydi. Bu bölgenin kültürel yapısına uygun olarak Türk devletleri İslâmî esasları uygulamaya gayret etmişlerdir. Özellikle İslâm’ın cihat fikri, Türklerin fütûhat felsefesine uygun olarak onları yönlendirmiş, Türkler İslâmiyet’i yayan millet olmuştur. Karahanlılar, doğuda Balasagun ve Kaşgar’da İslâmiyet’i yaymışlar, Orta Asya’nın dağlık bölgelerine kadar İslâmî esasları götürmüşlerdir. Karahanlılar, Uygur Türklerinin İslâmlaşması için büyük gayret sarfetmişlerdir. Gaznelilerde esas unsur İslâmiyet idi. Halkın birliğini de İslâmiyet’le pekiştiren Gazneliler, Kuzey Hindistan’da yaptıkları faaliyetlerle İslâmiyet’in burada yayılmasını sağlamışlardır. Bugünkü Pakistan’ın Müslüman kimliği böylece oluşmuştur. Türkiye Selçukluları ağırlıklı olmak üzere Selçuklular döneminde Anadolu’da İslâmiyet büyük bir hızla yayılmış, cihat havası içinde fethedilen Anadolu Müslüman Türk’ün vatanı hâline getirilmiştir. Bu dönemdeki Türk-İslâm devletlerinde Hanefilik (Sünni) yayılmıştır. Fakat Türk devlet adamları mezhep ayrımına izin vermemişlerdir. Selçuklu sultanları kendi mezhebinden olmayanlara da medreseler yaptırmışlardır. Ancak, dini siyasete âlet etmeyi kural hâline getiren Şiî grupların üzerine de gitmişlerdir. Abbasî halifeleri, Şiî Büveyhoğullarından bu sebeple Selçuklular tarafından korunmuştur.

Türkler kurdukları medreseler, kütüphaneler, zaviyeler ve bunların mensuplarına yapılan vakıflar sayesinde İslâm’ın yükselişine çok büyük yardımlarda bulundular. İslâmî bilgilerin gelişip yayılmasına yardımcı oldular. Bütün Türk devletleri, özellikle Selçuklular zamanında, İslâm dünyasının tanınmış tefsir, hadis, kelâm ve fıkıh bilginleri yetişti. Türk hâkimiyeti ve korumasında olan Buhara, Semerkant, Gazne, Konya ve Bağdat ilim ve kültür merkezi olmaları yanında dinî merkezler olarak gelişti.

Türk-İslâm devletlerinde tasavvufa (sûfîlik) ve mutasavvıflara hoşgörü ile bakılmıştır. Tasavvuf, bozkırda at koşturan Türk boyları arasında İslâmiyet’in yayılıp pekişmesinde önemli rol oynamıştır. Çünkü din adamlarının dini kuralları tavizsiz bir şekilde uygulatmak istemeleri karşısında, sûfîlik insanlara hoşgörü çerçevesinde yaklaşıyordu. Tasavvuf, esas kaynağını İslâm’dan (Kur’an-ı Kerîm’den) almasına rağmen çeşitli düşünce sistemlerinden de beslenmiştir. Büyük din bilgini Gazzali’nin İslâmî kurallar ile tasavvuf düşüncesini kaynaştırmaya çalışması, İslâm dünyasında sûfîliğin yaygınlaşmasını kolaylaştırmıştır. Bu devirde Türk ve İslâm dünyasını etkileyen tarikatlar ve kurucuları şunlardır: Kadirîlik (Abdülkadir Geylânî), Kübrevilik (Necmeddin Kübra), Ekberîlik (Muhyiddin-i Arabî, Konya’ta oturmuş, Türkiye’de Şeyh-i Ekber -en büyük şeyh- olarak tanınmıştır).

Bu dönemdeki Türk devlet adamları samimi bir Müslüman olmakla beraber; Türk devlet anlayışının bir gereği olarak dinî açıdan çok hoşgörülü bir yönetim sergilemişlerdir. Bu hoşgörülü anlayışı yansıtan Türk tasavvufu da bu dönemde gelişmeye başlamıştır. Türkistan’ın Yesi (Kazakistan’da, şimdiki adı Türkistan) şehrinde doğan Hoca Ahmed Yesevi’nin kurduğu Yesevîye Tarikatı bütün Türk dünyasını derinden etkilemiştir. Türk tasavvuf hareketlerinin aşağı yukarı tamamı kendi tarikatlarını Yesevi’ye bağlı göstermişlerdir. Anadolu’nun Türkleşmesinde Yesevî’ye bağlı müritlerin rolü büyüktür. Günümüz Türk dünyasının da ortak değerleri arasında Hoca Ahmed Yesevî önemli bir mevkiye sahiptir.

Sosyal ve iktisadî hayat Sosyal Hayat

Bu dönemde Türk toplum yapısı Orta Asya’daki sınıfsızlık özelliğini koruyordu. Toplum birbiriyle kaynaşmış, dayanışma içindeki meslek gruplarından meydana geliyordu. Türk toplumunda sosyologların sosyal hareketlilik adını verdikleri alttan üste, üstten alta doğru çıkışlar ve inişler mevcuttu. Yani alt tabakadan bir insan başarılı, çalışkan, liyâkat sahibi ise ve toplumun olumlu değer yargılarına sahipse en üst makamlara kadar çıkabiliyordu. Bu özelliklerini muhafaza edemezse yerini kendisinden daha başarılı olanlara terk ediyordu. O çağlarda Bizans’ta ve diğer bazı yerlerde görülen, ekonomik, siyasî ve dini kan asaleti anlayışı Türklerde bulunmuyordu. Toplumun bu demokratik özelliğinden dolayı saraya bir gulâm (Köle) olarak giren genç çalışarak kısa sürede ordu komutanlığı ve valilik gibi yüksek makamlara gelebiliyor hattâ zamanla merkezî otorite zayıflayınca devlet kurabiliyordu. Aynı anlama gelen Memlûklerin Mısır’da devlet kurduklarını görmüştük.

Devrin Türk toplumunda ilim adamları, din adamları aydın tabakayı oluşturuyor; şehirlerde tüccar ve zanaatkârlar, köylerde de çiftçiler, hayvancılıkla uğraşanlar ve işçiler oturuyordu. Konar-göçer Türkmenler bu dönemde de yaylak-kışlak hayatına devam ediyorlardı. Köy ve şehir ahalisi hukukî bakımdan farklı işlem görmezlerdi. Köylüler de şehirliler kadar hür insanlardı.

Yarın: Dil, edebiyat, bilim ve sanat

İKTİSADÎ HAYAT

Bütün Türk devletlerinde olduğu gibi ilk Türk-İslâm devletlerinde de halkın refah içinde yaşatılması devletin başlıca görevi idi. Bundan dolayı Türk devlet adamları, yönettikleri insanların soyuna, diline, dinine, kültürüne bakmadan refah içinde yaşamaları için uğraşmışlardır. Üretim bakımından köylüler önemli bir grup oluşturuyorlardı. Selçuklu toprak hukuku ikta (dirlik) adı verilen sistime göre şekilleniyordu. Bu sisteme göre toprak mülkiyeti devlete aitti. Çiftçiler belli vergiler vererek toprakları ekerler ve gelirine sahip olurlardı. Toprağını başkasına satamaz, üç yıldan fazla boş bırakamazdı. Elde ettiği ürünün 1/5 ile 1/10 arasında değişen oranlarda öşür vergisi verirdi. Bu vergiyi ikta sahibi devlet adamları veya komutanlar alırdı. İkta sahibi vergide adaletsizlik yaparsa köylü, kadıya müracaat edebilirdi. İkta sahibi, geçiminden arta kalan geliri ile asker beslemek mecburiyetindeydi. Devlet ileri gelenlerine verilen dirlikler, hizmet karşılığı olup kullanma süreleri görevleri ile sınırlı tutulmaktaydı. Türkİslâm devletlerinde mülkiyet konusu belli esaslara bağlanmıştı. Ortaklar, yaylaklar, ormanlar ve tarım arazileri devletin malıydı. Buna karşılık, bahçe, ev, ağıl vb. taşınmazlar şahsın mülkiyetindeydi. Devlet toprağı has, dirlik ve harâci şeklinde bölümlere ayrılmıştı. Has arazileri saraya aittir. Has ve harâcî arazileri gelirleri hazineye aktarılırdı. Vakıf arazilerinin geliri ise vakfedilen kurumlara ödenirdi. Hayvancılık daha çok konar-göçer Türkmenlerin işiydi. Bunlar koyun, keçi, at, deve ve sığır besliyorlardı. Yazın yaylalara çıkarlar, kışın da kışlaklara dönerlerdi. Şehirlerde ise ticaret ve sanayi faaliyetleri hâkimdi. Buralarda kurulan pazarlar ekonominin itici gücü olup, köylüler ziraî ürünlerini, şehirliler de sanayî ürünlerini buralarda satıyorlardı. Büyük şehirlerde ithalât ve ihracatla uğraşan büyük tüccarlar vardı. Bunların yanında demircilik, bakırcılık, debbağlık (dericilik), dokumacılık gibi sanayi dallarınında çalışan zanaatkârlar olduğu gibi; bakkal, aşçı, fırıncı, kebapçı, kalaycı, attar gibi esnaf zümreleri vardı.