Spor, üst düzey rekabetiyle izleyicilere ve taraftarlara büyük keyif verir. Ancak bu rekabetin en karanlık yüzü, taraftarlar arasında patlak veren kanlı çatışmalar ve şiddet olaylarıyla kendini gösterir. Tuttuğu takım yenildiğinde, kazanan tarafın taraftarlarına kurşun sıkmak, bıçakla saldırmak ya da linç girişiminde bulunmak; sporun ruhuna aykırıdır ve rekabetin en utanç verici yanıdır.
Geçmişte bu karanlık tabloya defalarca dikkat çektim. Yazdığım yazılarda sporu şiddetten arındırma çağrısı yaptım; sporun özünde barındırdığı kardeşlik, birlik ve beraberlik değerlerini vurguladım. Ne yazık ki bu sezon da benzer şiddet olaylarına tanık olduk. Bazı kulüp yöneticilerinin, spor yazarlarının ve yorumcuların tahrik edici söylemleri, bu olaylarda azımsanmayacak bir rol oynadı.
Şampiyon Galatasaray’ın taraftarları coşkuyla kutlama yaparken, bazı rakip takım taraftarları onlara kurşun sıktı, bıçakladı, araçlarına saldırdı, yumruk attı. Maalesef Türkiye’nin pek çok yerinde bu istenmeyen manzaralara şahit olduk.
Ben, fanatik denebilecek kadar koyu bir Galatasaray taraftarıyım. Önceki yıllarda çocuklarımla takım formalarımızı giyer, kutlamalara katılır, sosyal medyada sevinç paylaşımları yapardık. Ancak bu yıl bunların hiçbirini yapmadım.
Neden mi?
Gözyaşı döken Fenerbahçeli iki küçük çocuk yüzünden…
Biri, maç sonunda tribünlerde sessizce ağlayan çocuk; diğeri ise stadyum dışında, “Babam Fenerbahçeli yaptı beni. Normalde küçükken Galatasaraylı olacakmışım ama babam beni Fenerbahçeli yapmış. İyi ki Fenerbahçeliyim. Yüzümüz gülmüyor ama bırakmayacağız. On yıldır Fenerbahçeliyim, bir kere bile şampiyonluk göremedim,” diyerek gözyaşı döken çocuk… Fenerbahçeli bu çocukların içten ve samimi üzüntülerini yansıtan duyguları, beni derinden etkiledi.
Bu sebeple, kutlama içerikli hiçbir paylaşım yapmadım. Kendi tuttuğum takımın şampiyonluğu hakkında kişisel paylaşımda bulunmazken, geçtiğimiz hafta içinde Fenerbahçe’nin resmî sayfasında yer alan “EUROLEAGUE FINAL FOUR’DA FİNALDEYİZ!” başlıklı paylaşımı, tebrik mahiyetinde sayfamda paylaştım.
Sporun, rekabet içinde olması gereken kardeşlik duyguları hakkında ne zaman bir yazı yazsam, değerli sanatçımız Ali Kınık’ın şu şarkı sözleri aklıma geliyor:
“Bir yanda sevgi var, bir yanda sitem
Bir yerde sevinç var, bir yerde matem
Fenerli doğmuşsam benim mi hatam?
O Cimbomlu, ben Fenerli
O Cimbomlu, ben Fenerli
Bu nasıl kıskanmak, bu ne rekabet
Aşkların kuralı böyledir elbet
Bir an bak kavga var, bir an muhabbet
O Cimbomlu, ben Fenerli
O Cimbomlu, ben Fenerli
Kırmızı, lacivert ayırdı bizi
Sarıda bekledik birbirimizi
Bir maçı kaybetmek yıkar mı bizi?
O Cimbomlu, ben Fenerli
O Cimbomlu, ben Fenerli
O Cimbomlu, ben Fenerli
O Cimbomlu, ben Fenerli”
Elbette, şampiyon olan takımın taraftarları sevinecek, diğerleri ise üzülecektir. Kazanan ve kaybeden dengesi zaten sporun doğasında vardır. Ancak hiçbir üzüntü, başka bir takımın taraftarına şiddet uygulamayı, onu hayattan koparmayı ya da yaşam sevincini elinden almayı meşru kılamaz. Sporda şiddeti her gördüğümde, yıllardır beyinlere ve kalplere yerleştirmeye çalıştığım temel düşünceyi bir kez daha hatırlatmak isterim: Spor, asla nefretin değil, kardeşliğin alanı olmalıdır.
Sporda şiddeti körükleyen kim olursa olsun, o kişi ya da yapı toplumun vicdanında kara bir lekedir. Eğer sporun sevinci ya da üzüntüsü, kardeşliği bozmak için kullanılıyorsa, orada artık sadece bireysel bir öfke değil, organize bir kötülükle karşı karşıyayız demektir — ve bu kötülüğe hep birlikte karşı durmamız gerekir.
Gerçek centilmenlik; Galatasaray’ın şampiyonluğuna sevinirken, Fenerbahçeli çocukların gözyaşlarına da üzülmeyi gerektirir.
Kendi adıma bunu başarabildiğimi düşünüyorum.