Kişisel bakımdan ne hissederse hissetsin Atatürk, İslami hassasiyetlere sahip bir toplumun devlet başkanı olduğunu hiçbir zaman unutmadı. Hatta yeri geldiğinde Müslüman bir ülkenin lideri olmakla övünebilmekteydi. Her fırsatta hurafelerden arınmış, gerçek İslâm anlayışının Türk ulusunun gurur kaynaklarından ve sembollerinden biri olacağını dile getirmekteydi

Namaz kıl, ama resim de yap, heykel de” Atatürk’ün, dindarlara ve ibadet hürriyetine bakışı ve kafasındaki dindar fert imajının nasıl olduğunu göstermesi bakımından, Münir Hayri’nin naklettiği bir anı bize ışık tutacak niteliktedir. “Bir gün Necip Ali, Mustafa Kemal’e; “-Efendim, Münir Hayri namaz kılar” dedi. En yakın dostlarım, beni bu şekilde takdim ettiğini gören beni sevmeyenler, şimdi kovulacağımı zannederek, gülüştüler. Atatürk’le aramızda şu konuşma geçti: “-Sahi mi?” “-Evet, Paşam” “-Niçin namaz kılıyorsun?” “-Namaz kılınca içimde bir sükûn ve huzur hissederim.” Atatürk, demin gülenlere döndü. “-Batmak üzere bulunan bir gemide bulunsanız, derhal, yetiş Gazi demezsiniz. Allah dersiniz. Bundan tabii ne olabilir?” Sonra bana döndü: “-Dünyadaki işlerine zarar getirmemek şartıyla namazını kıl, ama heykel de yap, resim de...” Atatürk, ibadetin gerekliliğine, inancın önemine, ibadet özgürlüğüne değinirken, onun dindar fert tanımının oldukça geniş kapsamlı olduğu görülmektedir. “Dünyadaki işlerine zarar getirmemek şartıyla namaz kıl ama, heykel de yap, resim de...” ifadeleri bunun göstergeleridir. Atatürk’ün kafasındaki dindar fert, aynı zamanda, sosyal hayatın tüm gereklerini eksiksiz yerine getiren kişi olarak belirlemektedir. Atatürk’ün özgün din anlayışını yansıtan bu örnek, onun aynı zamanda geleneksel din anlayışını eleştirdiğini de göstermektedir. İslâm geleneğinde hoş karşılanmayan resim, heykel gibi faaliyetleri teşvik etmesi, bunların din dışı, dine aykırı olmadığını söylemesi, onun özgün bir din anlayışına sahip olduğunu gözler önüne sermektedir. NAMAZ SURELERİ ÜZERİNDE ÇALIŞMIŞTI Atatürk, ömrünün son birkaç yılında yeniden ruh dünyasına yönelmiş ve manevi değerlerle, İslâm dininin inanç ve ibadet ilkeleriyle ilgilenmeye başlamıştı. 1935 ve 1936 yılları yaz ayları, tatil günlerini Yalova’da İslâm dini üzerinde incelemelere ayırmıştı. Ahmet Fuat Bulca, kendisinin ve Nuri Conker’in, Atatürk’ün İslâm diniyle ilgili bu çalışmalarını doğal karşıladıklarını, oysa Atatürk’ün bu “dini yönünü” bilmeyenlerin onun dinle ilgilenmesine oldukça şaşırdıklarını ifade etmektedir. Atatürk, ömrünün son dönemlerinde bazı din adamlarıyla bir araya gelmiş, namaz sureleriyle ilgilenmişti. Hatta Türk tarihinin kökenleri konusunda araştırmalar yapması için Amerika’ya gönderdiği Tahsin Mayatepek’ten Amerika’daki eski uygarlıkların dini inançları ile ilgili bilgiler toplanmasını istemişti. Atatürk, Maya ve Aztek uygarlıkları başta olmak üzere; Amerika’nın eski uygarlıklarına ait arkeolojik kalıntılarda İslâm dininin temel ibadetlerinden olan namazla ilgili bazı bulguların olabileceğini düşünüyordu. Atatürk’ün bu düşüncesinde haklı olduğu çok geçmeden anlaşıldı. Yapılan incelemeler sonucunda gerçekten de Amerika’nın eski uygarlıklarına ait arkeolojik kalıntılar arasında namaza benzer bir tür ibadet şekline rastlanmıştı. Bu konudaki tüm veriler toplanarak, bir dosya halinde Atatürk’e sunuldu. Atatürk’ün, İslâm dininin temel ibadetlerinden namazın, İslâm coğrafyasına çok uzak yerlerde, çok eskiden yaşamış bazı uygarlıklarda da görülebileceğini düşünmesi ve bunun kanıtlarını toplaması, onun aslında tüm dinlerin ortak bir kaynaktan geldiğini ve Allah’ın çok önceleri de insanlara İslâm dinine benzer dinler ve İslâm ibadetlerine benzer ibadetler gönderildiğini düşündüğü şeklinde yorumlanabilir. Atatürk, namaz konusunda topladığı bilgileri döneminin önde gelen din adamlarıyla paylaşmış, bu konuda din adamlarıyla görüş alışverişinde bulunmuştur. Şifasız hastalığı teşhis edilmiş, mümkün olduğunca uzun ve huzur içinde yaşamının tıp zorunluluğu olarak önüne konulduğu zaman, namaz sureleri üzerinde bilgi almak için Termal’de misafiri (daha sonra Diyanet İşleri Başkanı) olan Prof. Ahmed Hamdi Aksekili ve Hafız Ali Rıza Sağman’ı göstererek: “-Şimdi bana şifa ve huzur getirenlerle beraberim” demişti.

Namaz kılan memurlar

Atatürk’ün ibadet ve inanç özgürlüğüne verdiği önemin en açık göstergesi, Atatürk döneminde, Atatürk’ün çevresinde bulunan memurlar ve önemli kişiler arasında oldukça dindar, beş vakit namazını geçirmeyen kişilerin olmasıydı. Atatürk, hiçbir zaman bu kişileri dindarlıklarından dolayı küçümsememiş, onlara her hangi bir baskı yapmamıştı. Hatta zaman zaman namaz kılanları takdir etmişti. Atatürk döneminin canlı şahitlerinden Ercüment Demirer, Atatürk döneminde namaz kılan memurların işten atıldığı şeklindeki ifadelerin yalan ve iftira olduğunu belirtip, şunları söylemektedir: “... Ordunun başı olan rahmetli Fevzi Çakmak, Yardımcısı Orgeneral Asım Gündüz namaz kılarlardı. Atatürk devrinde T.B.M.M. Başkanı olan Abdülhalik Renda cuma namazlarını Hacı Bayram Camii’nde kılardı...”

HER YIL ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE MEVLİT OKUTURDU

Atatürk ramazan ayı dışında, İslâm kültüründe özel kabul edilen günlerde ve gecelerde örneğin, Kandil gecelerinde İslam kültüründe önemli bir yer tutan “şehitlik” inancı gibi konularda da, zannedildiğinden daha hassastı. Örneğin, her yıl Çanakkale şehitleri için Mevlit okuttuğu bilinmektedir. Atatürk 1932 yılında Şehit Mehmet Çavuş Abidesi önünde okunacak mevlit için, Hafız Yaşar Okur’u görevlendirmiştir. Hafız Yaşar Okur anılarında 1932 yılında Çanakkale Şehit Mehmet Çavuş Abidesi’nde okunan büyük mevlit konusunda şunları anlatmaktadır: “O sene Atatürk’ün emriyle Şehit Mehmet Çavuş Abidesi önünde okunması muvafık görüldüğünden beni huzurlarına çağırdı. Bu seneki merasime riyaset etmemi söyledi ve İstanbul Müftüsü Hafız Fehmi Efendi’ye de Dolmabahçe Sarayı’ndan telefonla bildirilmişti. Hareketimizden bir gün evvel bu emri alıp programı tanzim ederek, akşam saat altı buçukta Galata Rıhtımı’na yanaşmış olan Gülcemal vapuruna gittim. Vapurun salonunda İstanbul’un mümtaz hafızlarından Saadettin Kaynak, Süleymaniye Baş Müezzini Hafız Kemal, Beşiktaşlı Rıza, Sultan Selimli Rıza, Beylerbeyli Fahri, Aşir, Muallim Nuri, Hafız Burhan, Hasan Akkuş, Vaiz Aksaraylı Cemal Beylerle karşılaştım. Akşam saat yediye doğru Galata Rıhtımı’ndan ayrılan Gülcemal vapuru hınca hınç dolu. Kamaralar da evvelden tutulmuş.. O kadar kalabalık ki, mevlithanların bazıları güvertede sabahı ettiler. Gece yarısı namazından sonra vapurun salonunda iki hatim-i şerif ve bir mevlit okundu. Altı hafızdan mürekkep bir heyet tarafından vapurun kaptan güvertesinde okunan salâ ve tekbir sedaları semaya yükseliyordu. Sabah saat dokuzda motorlarla Gelibolu’ya çıkıldı... On hafızdan mürekkep bir heyet kürsü etrafında toplandı. Hep bir ağızdan tekbir alındı, arkasından tevşih okundu. Sıra ile hafızlar kürsüye çıkıp mevlidi kıraat ediyorlardı. Tam Veladeti Peygamberi okunacağı zaman, İstanbul’dan beri merasime riyaset eden Müftü Fehmi Efendi’nin tensibiyle: -Yaşar Bey buyurun veladet bahrini siz okuyacaksınız, dediler. Kürsüye çıktım. Başladım okumaya...” Hafız Yaşar Okur Çanakkale Şehitlerine mevlit okurken ansızın yağmur yağmaya başlamış, fakat Hafız Yaşar yağmura rağmen mevlide devam etmişti. Sonraki gelişmeleri Hafız Yaşar şöyle anlatmaktadır: “Ertesi akşam Dolmabahçe Sarayı’na gittim. Atamın huzurlarına kabul edildim. Çanakkale merasiminin tafsilatını verirken bu fırtına bahsine gelince, Atatürk, o yağmur ve rüzgâra rağmen mevlide devam edişime o kadar mütehassıs oldu ki, hiç unutmam... Elini tekrar, tekrar masaya vurarak: “-Aferin hafızım, çok güzel yapmışsın. Vazife başında iken taş yağsa, insan yerinden kıpırdamaz” diye iltifatta bulundular.”

GAZİ, İRAN ŞAHI’NIN HUZURUNDA MEVLİT OKUTTURUYOR

Kişisel bakımdan ne hissederse hissetsin Atatürk, İslami hassasiyetlere sahip bir toplumun devlet başkanı olduğunu hiçbir zaman unutmadı. Hatta yeri geldiğinde Müslüman bir ülkenin lideri olmakla övünebilmekteydi. Her fırsatta hurafelerden arınmış, gerçek İslâm anlayışının Türk ulusunun gurur kaynaklarından ve sembollerinden biri olacağını dile getirmekteydi. Örneğin, İran Şahı’nın 16 Haziran 1934 tarihinde Atatürk’ü ziyaret sırasında, Atatürk’ün İran Şahı’yla yaptığı görüşmede, Türk ulusunun İslâm anlayışından örnekler sunmaya çalışması dikkat çekicidir. Hafız Yaşar, Atatürk’ün İran Şahı ile yaptığı görüşmeyi şöyle anlatmaktadır. “...Atatürk Şahınşah Hazretleriyle salonun yüksek bir locasında oturuyorlardı. Bir aralık seryaver vasıtasıyla beni huzurlarına çağırdılar. Şah Hazretlerine ‘Benim hafızımdır’ diye takdim ettiler ve yanlarına oturttular. Kemal-i Hürmet ve tazimle misafir hükümdarın ellerinden öptüm. Ata: ‘-Şah Hazretlerine Kerbela Şahadetine ait bir mersiye okuyunuz’ dediler. Emirleri üzerine mersiyeyi İsfahan makamından okudum... Mersiye bitince Atatürk: ‘-Nasıl Efendim?’ diye sordular. ‘Güzel okuyor mu benim hafızım?’ Pehlevi Hazretleri, kendilerine has Azeri şivesiyle: ‘-Teşekkür ederim’ diye mukabelede bulundular. Bir de Farisi ayini okumaklığımı emir buyurdular. Farsça hüzzam ayinini okudum. ... ...Atam misafirine dönerek: ‘-Bir de bizim Türkçe mevlidimiz vardır. Dinlemek arzu eder misiniz?’ dediler. Şah’ın gösterdiği arzu üzerine Miraç Bahrini bilhassa İsfahan makamından okudum. ...Miraç Bahri bitince Şahınşah Hazretleri: ‘-İlk defa Türkçe mevlid dinliyorum. Çok hoşuma gitti. Hafızınızı müsaade ederseniz, inşallah İran’a bekliyorum’ dediler. Atatürk de vaa’d ettiler. O gece Şah Hazretlerinin gösterdiği ilgi üzerine Mevlid Şairi Süleyman Çelebi hakkında kendilerine malumat verdiler.” NOT: Bu yazının kaynakçası için şu eserimize bakınız: Ali Güler, Atatürk ve İslam, Halk Kitabevi, İstanbul, 2016.