TOLGA POLAT / TÜRKGÜN GAZETESİ
Türk müziğinin sevilen ismi Ahmet Şafak, uzun aranın ardından yeniden beyaz perdenin karşısına geçmeye hazırlanıyor. Sanatçı kimliğinin ilk yıllarında dizi film çalışmalarında da yer alan Şafak, Kanal D’de Avcı, Kanal 7’de Rabia gibi projelerde başrol üstlenmiş bir isim. Sadece şarkı yazmakta değil, romanlarıyla da kalemini konuşturan Şafak, yıllar sonra yapımını ve senaryosunu üstlendiği “Kuşatma Yedi Uyuyanlar” filminde oyunculuğunu da sergilemişti. 2019 yılında sinemada gösterime giren film, ardından TRT ekranlarında yayınlanmıştı.
Ahmet Şafak, sanatın birçok dalında yazarak üreten bir isim. Şarkı, roman, sinema senaryosu, hatta köşe yazarlığı. Bir binanın temelini döşer gibi sağlam sütunlarla kelimeleri bir araya getiriyor. Ana teması ise asla değişmiyor. Her eserinde bir taraftan manevi aşkı diğer yandan ise vatan sevgisini öne çıkarıyor. Kim ne taraftan tutarsa, o taraftan hissediyor kaleminden süzülenleri.
Bire bir sohbetlerimizde sık sık sinemaya duyduğu özlemi dile getiren Şafak, gençlik zamanlarında Türkiye’nin şöhretlerini yakından görme imkânını yakaladığından bahseder, “Benim ilk göz ağrım sinemadır” ifadelerini kullanırdı. Durmak bilmeden konserlerini sürdüren, sevenlerinin karşısına yeniliklerle çıkan Ahmet Şafak, bu kez hummalı bir dizi için hazırlık yapıyor.

Yoğun konser programı ve stüdyo çalışmaları arasında zor da olsa bir araya geldiğimiz Şafak ile yeni projesini konuştuk:
"ONLAR BİZE SANAT YAPTIRMAZLAR AĞABEY"
Senaryoda “Onlar bize sanat yaptırmazlar ağabey” diye iç çekilen bir ifade var. Kimdir bu sanat yaptırmayanlar?
Kökleri derinlerde bir yapıdan bahsediyoruz. Temelleri Tanzimatla birlikte atılmış, Meşrutiyet sürecinde nispeten etkili olmuş, Atatürk’ün ölümünden sonra hümanizm bayrağıyla Asya-Anadolu terkibine yabancılaşmış, nihayet 60 ihtilalinden sonra sanat dünyasını ideoloji sarmalında tutan Batıcı bir yapıdan kişiler. Bu yapı hâlâ çok etkili. Bu zihniyet, millî ve yerli olanı sanatçı kabul etmeyen, kendilerini Batı’nın lisanslı temsilcisi gören, Türk insanının ürettiğini iptidai bulan gericiler.
"12’ye 5 Kala" neyi anlatıyor?
Hikâyemiz aslında aşkın izini sürüyor ancak bütün güçlü aşklar gibi gergin bir ortamda, âdeta rüzgâra ve fırtınaya direnerek varlığını sürdürüyor. “12’ye 5 Kala”, 1980 yılının ortalarında başlıyor. Dönemin gerilimi içinde olayların derinine iniyor ve 60 darbesinin travması ile yüzleşiyoruz. Bunu, tiyatro yapmaya çalışan bir avuç idealistin hikâyesi sayesinde başarıyoruz. Külün altında sönmeyen bir aşkın közü içimizi ısıtırken, 12’ye 5 kala üstü açılan olaylarla sarsılıyoruz.
MİLLİYETÇİLER SANATTAN NE ANLAR!
Dizide tiyatro yapmak isteyen bir grup var galiba?
Evet tiyatro yapmak istiyorlar ve başlarına gelmeyen kalmıyor.
Neler oluyor?
Neler olmuyor ki! Memleketin yaşadığı sıkıntıları teninde, yüreğinde hisseden bir neslin karşılaştığı tipik meseleler. Olaylara millî anlayışla bakanlar yok sayılıyorlar mesela... “Onlar kim, sanat kim” deniyor. “Milliyetçiler, sağcılar ne anlar sanattan” deniyor. Bugün de bu tartışma yok mu?
Sizce bu tavrın sebebi ne?
Bunun pek çok sebebi var ama en önemlisi bahsetmiş olduğumuz küçümseyici, yok sayıcı baskı. Bu baskı Batıcı küresel bir algıyla çalışıyor: Kozmopolit çevrelerin milliyetçileri kaba kuvvet fotoğrafına sıkıştırma taktiğiyle. Bu kara propagandanın başarısız olduğunu söyleyemeyiz. Zaten kamuoyu yapmak o denklemde mümkün değildir. Sizi sadece saldırgan tip olarak görmek, göstermek isteyen güce karşı ne yapabilirsiniz? Bu sanatın her alanında hükmünü sürdüren temel bir problemdir ve çelişki tarihidir.

Çelişkiyi biraz açabilir miyiz?
Şöyle bir örnek verebiliriz. Tevfik Fikret, İttihat Terakki hükümeti İngilizlere karşı savaş kararı alınca arkadaşı Mazhar Osman’a “Mazhar Bey sen bu adamlara yakınsın, konuş onlarla bu harbe girmek de neyin nesi? Hiç çelikle et dövüşebilir mi?” diye sorar. Bakın bu soruda ciddi bir teslimiyet, güçlü bir özgüven yoksunluğu da vardır. Bu anlayış tek başına bugüne de yansıyan bir aydın zihin profilini vermeye yeter. Aslında kültür-sanat sahası bir aydın-münevver sahasıdır. Aydınların bu sahada Batı’nın mı, yoksa içinde yaşadıkları milletin mi yanında oldukları gerçeği değerler açısından önem arz eder. Çünkü bu noktada taraf olmak demek değerler arasından birini tercih etmek demektir. Söz konusu değerler olduğunda Batı’nın iki yüzünü görebilmek mümkün oluyor. Birinci yüzü ferdiyetçi-liberal yüz, öteki yüzü ise sosyalist yüz.
Batı, Türkiye’de özellikle kültür-sanat cephesinde iki yüzüyle de etkili oluyor. Hem ferdiyetçi hem de sosyalist kültür temsilcileri hakim sınıfa dönüşüyor. Birbirine karşıymış gibi görünen bu iki grup yerli ve millî oluşumlara karşı aynı safta buluşuyorlar. Millî hamleleri yok sayıyor, kamu alanına çıkmasını önlüyorlar. Yani resmî düzenin karşısında ve derinlerde bir tür fiilî düzen oluşturuyorlar. Tiyatroyu, sinemayı, müziği, medyayı bu düzen şekillendiriyor. Tabii ki bu süreç bıçak sırtı bir hâlde seyretmiyor, arada yer yer yerli ve millî eserler de kamuoyuna çıkıyor fakat cılız kalıyor. Çünkü reklamı olmuyor, haberi yapılmıyor, kendi seyircisini inşa edemiyor. Zaman içinde heves de kalmıyor. Türkiye, milletler oyununda pozisyonunu koruyabilmek için çaba sarf ederken kültür-sanat alanında fiilî düzenin çemberinde kalıyor. Bugün fiilî düzenin eski konforunda olmadığını görebiliyoruz.
“12’ye 5 Kala”, topluma özgün bir hikâye anlatacak gibi gözüküyor...
Peki! Her kuşağa hitap edecek bir senaryo mu?
Evet, projemizin satır altı metni zaten şöyle: “Bizim de bir hikâyemiz var!”
Çok etkileyici...
Çünkü çok duygulu, dramatik ama vakur bir anlatım. Âdeta çileleri sessizce çeken, hatıralarla mutlu olan büyük yürekli insanların hikâyesi.
Yeni nesil 50 yıl önce yaşanan fedakârlıklara gözünü kapatmaz
Projede yeni nesle nasıl ulaşacağını sorduğumuz Ahmet Şafak, “Anlatılanlar aslında onların hikâyesi. Daha uzak, daha derin tarihî olaylardan etkilenen bugünkü nesil 50 yıl önce yaşanmış fedakârlığa gözlerini, idrakini kapatmaz. Yeter ki bu hikâyeyi bugünkü kuşağın dikkatine sunmayı bilelim. Her şeyin başı insanın kendini bilmesidir, insanın ve milletin... Millet bu kendini bilişi aydınları, sanatçıları marifetiyle yapar.” dedi.
Aslında çok güçlü bir sanat tarihine sahibiz
Konuşmalarında ısrarla sanatın kültür unsuru olduğunu belirten Ahmet Şafak, şunları söyledi:
“Bir toplumun neyle eğlendiği kültürel bir konudur. Kültür belirleyicidir. Kültür meselesi çok önemli. Bugün dünün tartışmalarını bitirmeyi başaramadık. Ziya Gökalp, milletleri diğer milletlerden farklılaştıran unsurun kültür olduğunu belirtir. Aslında çatışma kültürel zeminde daha derin ve serttir. Fakat bu sertlik önceden bahsettiğim gibi kemikleşen bir kompleksin gölgesinde gelişir. Türkler, sanattan, hele de tiyatrodan ne anlar? Biz tiyatroyu Yunan’la tanıdık, Tanzimat’tan sonra bildik. Oysa Türklerin 4 bin yıllık tiyatro mazisinden bahsedilir. Sırp kültürolog Nikoliç, 1934’te Belgrad’da dünya tiyatro tarihi yazarı Gregor’un çalışmalarını referans göstererek Türklerin tiyatro kültürü üzerine bir konferans verir. Dahası günümüze ulaşan 2 bin yıllık, iki perdelik bir Türk tiyatro eseri olduğunu kaydeder. Eser hakkında detaylar verir. Eberhard, Çinlilerin tiyatroyu kuzeyden gelen kavimlerden öğrendiğini belirtir. Böyle güçlü bir sanat tarihine sahibiz.”