İnşaat, turizm, enerji, şehir planlaması gibi alanlarda yatırımları bulunan MHP MYK Üyesi Şahin Kartal, doğru planlama ve kararlı bir stratejiyle hareket edilirse Türkiye’nin sahip olduğu çeşitlilik ve kaynaklarla turizmden geri dönüşüme kadar pek çok alanda dünyanın en güçlü aktörlerinden biri olabileceğini dile getirdi.
Soru: Kahramanmaraş merkezli depremler sonrası inşaat sektörünün enerjisi yıkılan şehirlerimizin yeniden inşasına yöneldi. Bu da bilhassa büyükşehirlerde konut arzını azaltarak satılık veya kiralık evlerin fiyatlarının fahiş seviyelere ulaşmasına neden oldu. Sizce Türkiye’nin inşaat sektörü ne zaman toparlanmaya başlar ve sektörü yeniden canlandırmak için neler yapılmalı?
Şahin Kartal: Depremin ardından inşaat sektörünün önceliğinin afet bölgelerine yönelmesi son derece doğal ve insani bir refleks olmuştur. Ancak burada önemli bir noktayı vurgulamak gerekir. Deprem bölgelerinde yürütülen yeniden inşa faaliyetleri, büyük oranda kamu eliyle yürütülen, ihale yöntemiyle müteahhit firmalara yaptırılan ve finansmanı merkezi bütçeden karşılanan projelerdir. Bu nedenle, doğrudan serbest piyasa mekanizması içinde arz-talep dengesini etkileyen bir unsur değildir.
Ancak dolaylı etkileri çok güçlü olmuştur. Aynı anda on binlerce konutun yapımına başlanması, tüm Türkiye genelinde inşaat malzemelerine ve iş gücüne olan talebi olağanüstü artırmıştır. Bu durum, başta demir, çimento olmak üzere temel inşaat girdilerinde ciddi fiyat artışlarına yol açmıştır. Aynı şekilde kalifiye iş gücüne erişim de zorlaşmış, işçilik maliyetleri yükselmiştir. İşte bu artışlar, büyükşehirlerde üretim yapan serbest piyasa müteahhitlerini doğrudan etkilemiş ve yeni projelerin hayata geçmesini zorlaştırmıştır. Bugün yaşadığımız konut krizi, tam da bu nedenle, arzın daralması ve maliyetin yükselmesiyle birlikte fiyatların yükselmesi şeklinde tezahür etmektedir.
Sektörün yeniden sağlıklı bir üretim sürecine geçebilmesi için öncelikle maliyet baskısının hafifletilmesi ve finansmana erişimin kolaylaştırılması gerekiyor. İnşaat malzemelerinde yerli üretim desteklenmeli, vergi teşvikleriyle maliyet yükü azaltılmalı, küçük ve orta ölçekli müteahhitler için özel kredi imkanları oluşturulmalıdır. Ayrıca belediyelerin imar planlarını güncelleyerek yeni arsa üretimini teşvik etmeleri, kentsel dönüşüm süreçlerini hızlandırmaları ve bürokratik engelleri azaltmaları da elzemdir.
Tüm bu adımların zamanında ve eşgüdüm içinde atılması halinde sektörün 2026 itibarıyla toparlanma sürecine gireceğini, 2027–2028 döneminde ise yeniden istikrarlı üretim ve fiyat dengesi ortamına kavuşabileceğini öngörüyorum.

“SAĞLAM ZEMİN, DOĞRU PROJE ŞART”
Soru: Şehir planlaması ve imar alanında uzun yıllara dayanan bir tecrübeniz var. Türkiye’nin bugünkü şehirleşme anlayışını nasıl değerlendiriyorsunuz? Özellikle deprem riski, yeşil alanlar ve nüfus yoğunluğu açısından şehirlerimizi daha yaşanabilir hale getirmek için hangi yanlışlardan dönmeli, hangi doğruları yapmalıyız?
Şahin Kartal: Evet, 1978 yılında kurulan ve ana faaliyet konusu şehir planlaması olan bir firmanın bugünkü kuşağını temsil ediyorum. Türkiye’de imar planları büyük oranda belediyeler eliyle yapılıyor ve bu planlar aslında ciddi bir mühendislik ve şehircilik sürecinden geçerek hazırlanıyor. Öncelikle nüfus yoğunluğu hesaplanıyor, ardından zemin etütleri yapılıyor ve bu verilere göre sosyal donatılar, ulaşım ağı ve altyapı tesisleri belirlenip planlar çiziliyor. Bu aşamaya kadar sistematik ve doğru bir süreç işletiliyor.
Ancak asıl sorun, bu planlara sadık kalınmamasında başlıyor. Belediyeler zamanla, parsel bazında plan tadilatları yaparak imar planlarını deliyor. Örneğin 20 dairelik bir alan için yapılan altyapı, sosyal donatı ve ulaşım düzeni; plan değişikliğiyle 40 daireye çıkartıldığında dengesizlik ortaya çıkıyor. Trafik artıyor, yeşil alan oranı azalıyor, altyapı sistemleri zorlanıyor. Oysa baştan yapılan hesaplara ve mühendislik planlarına sadık kalınsa bu problemler yaşanmaz.
Elbette bazı istisnai durumlar olabilir, ancak bu tadilatlar çok sınırlı oranda ve vatandaşın rızasıyla yapılmalı. Aksi halde plan disiplini bozulur ve şehirlerimiz yaşanabilirliğini kaybeder. Deprem gerçeği açısından ise en önemli unsur zemin etütleridir. Sağlam zemin üzerine doğru mühendislik hesaplarıyla inşa edilen binalar, ister yüksek ister alçak katlı olsun, depreme dayanıklı olacaktır. 1999 depreminden sonra yapılan pek çok binanın büyük ölçüde ayakta kaldığını gördük. Özetle, sağlam zemin ve doğru proje temel şarttır.
“ESTETİK ANLAMDA CİDDİ SIKINTILAR VAR”
Tabela kirliliği, projeye aykırı çıkmalar ve cephe uyumsuzlukları şehir siluetini bozuyor. Ancak bana göre en büyük sorun, konut alanlarına yapılan dükkanlardır. Özellikle Ankara gibi büyük şehirlerde, cadde üzerindeki konut parselleri belediyelerin göz yummasıyla dükkana dönüştürülüyor. Bu hem plan bütünlüğünü bozuyor hem de ticaret parsellerini değersizleştiriyor. Sonuç olarak uyumsuzluk artıyor, haksız rant oluşuyor ve görüntü kirliliği derinleşiyor. Bu konuda yetki, belediye başkanlarının keyfiyetinden alınmalı. Konut parseli sadece konut, ticaret parseli ise sadece ticari birim için kullanılabilmeli.
Yeşil alanlar ve sosyal donatılar konusunda 2019 sonrası yapılan imar planlarında olumlu bir adım atıldı. Bu alanlar artık şahıs mülkiyetine bırakılmıyor, doğrudan kamuya ait olarak planlanıyor. Ancak 2019 öncesi yapılan planlarda şahıs mülkiyetinde kalan sosyal donatı alanları hem kullanılamaz durumda hem de kamulaştırma maliyetleri açısından ciddi bir yük oluşturuyor. Yakın zamanda çıkarılan Köy Kanunu ile bu sorun büyük ölçüde çözülebilirdi. Kanun, bu alanlara emsal artışı getirmeden fonksiyon değişikliği imkânı sunuyordu. Böylece alan hem kullanılabilir hale gelecek hem de kamu zarar görmeyecekti. Ne yazık ki Cumhuriyet Halk Partisi bu düzenlemeyi Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı. Oysa bu konu özellikle büyükşehir belediyeleri için ciddi bir yük. Buna rağmen birçok büyükşehir belediyesini yöneten CHP’nin bu çözüm önerisine karşı çıkmasını anlamakta zorlanıyorum.
Sözün özü: Şehirlerimizin geleceği için önce sağlam ve disiplinli bir planlama yapılmalı, sonra da bu planlara ve projelere sadakatle bağlı kalınmalıdır. Aksi halde şehirlerimiz ne estetik ne işlevsel ne de güvenli olacaktır.

“ÇÖP DEĞİL, HAMMADDE İTHAL EDİYORUZ”
Soru: Gelişmiş birçok ülke sıfır atık politikası izlerken Türkiye’nin plastik atık ithal etmesi amiyane tabirle “başkalarının çöpünü almak” şeklinde eleştiriliyor. Siz bu eleştiriyi haklı buluyor musunuz? Türkiye’nin atık ürün ithalatının ülke ekonomisine ve çevresine artıları ve eksileri nelerdir?
Şahin Kartal: Türkiye’nin plastik atık ithalatı meselesini basit bir “çöp ithalatı” gibi görmek büyük bir eksiklik olur. Elbette kamuoyundaki bu kaygıları anlayabiliyorum. Ancak meseleye teknik ve ekonomik açıdan bakmak zorundayız. Çünkü bugün geri dönüştürülebilir atıklar – özellikle plastik, metal ve alüminyum gibi malzemeler – aslında küresel ekonomide ciddi birer hammadde kaynağıdır.
Manisa’da işlettiğimiz atık bertaraf ve enerji üretim tesisimizde bu sürecin tam merkezindeyiz. Tesise gelen atıklar önce son teknolojiyle mekanik olarak ayrıştırılıyor. Geri dönüştürülebilir malzemeler özel firmalara gönderilip ekonomiye yeniden kazandırılıyor. Organik atıklardan metan gazı elde edilerek enerji üretiliyor, inorganik atıklar ise biyokütle kazanlarımızda yakılarak elektrik üretimine katkı sağlıyor. Yani biz sadece atığı bertaraf etmiyoruz; ekonomiye kazandırıyor, enerji üretiyor ve çevreyi koruyoruz. Dolayısıyla plastiği değerli hale getiren bu döngüde, yurt dışından gelen belli standartlardaki geri dönüştürülebilir atıkların da sisteme dahil edilmesi doğru politikalarla yürütülürse ülkemiz için bir avantaja dönüşebilir. Ancak burada çok önemli iki nokta var.
Birincisi, bu ithalatın iyi denetlenmesi şart. İhracatçı ülkelerin bize ne gönderdiğini bilmeden, ayrıştırılamayan ya da zararlı maddelerin ülkemize girmesi büyük bir risktir. Bu yüzden Çevre Bakanlığımızın yürüttüğü denetimleri önemsiyor ve destekliyorum.
İkincisi, bu işin ticari değerinin ötesinde milli bir perspektifle ele alınması gerekiyor. Türkiye kendi geri dönüşüm altyapısını güçlendirdikçe hem yurt içindeki atıklarını çok daha verimli işleyecek, hem de dünya çapında bu alanda rekabet edebilecek bir seviyeye ulaşacaktır. Yeter ki bu süreci doğru planlayalım, milli menfaatlerimizi önceleyelim ve çevresel duyarlılığımızdan taviz vermeyelim.

“TURİZMDE GÜÇLÜ BİR POTANSİYELİMİZ VAR”
Soru: Rize ve Ankara gibi iki farklı iklim ve fiziki koşullara sahip şehirlerde turizm yatırımlarınız var. Dört mevsimi yaşayan bir orta kuşak ülkesi olarak Türkiye, sizce turizm olanaklarını yeterince fırsata çevirebiliyor mu? Eksik gördüğünüz noktalar var mı?
Şahin Kartal: Türkiye, iklimiyle, coğrafi çeşitliliğiyle ve tarihsel zenginlikleriyle turizm açısından gerçekten dünyada eşi benzeri az bulunan ülkelerden biri. Rize gibi yemyeşil doğasıyla öne çıkan bir bölgede de yatırım yapıyorum, Ankara gibi yılın her dönemi farklı turizm dinamiklerine sahip bir başkentte de. Bu tecrübe bana şunu net şekilde gösterdi: Türkiye’nin turizm potansiyeli var, hem de çok büyük bir potansiyeli… Ama maalesef bu potansiyel hâlâ tam anlamıyla değerlendirilmiş değil.
Eksik gördüğüm en temel konu, destinasyon yönetimi ve çeşitlendirme. Turizm hâlâ birkaç merkezle sınırlı algılanıyor. Halbuki Türkiye sadece deniz turizmiyle değil, doğa, yayla, gastronomi, sağlık ve kültür turizmiyle de ciddi gelir elde edebilecek bir ülkedir. Bu çeşitliliği anlatmak, tanıtmak ve en önemlisi buna uygun altyapıyı oluşturmak gerekiyor.
Bu noktada Kültür ve Turizm Bakanlığımızın son dönemde yaptığı nitelikli ve hedef odaklı çalışmaları da özellikle takdir ediyorum. Bakanlığın Türkiye’nin turizm markasını dünyaya tanıtma yönünde attığı adımlar doğru ve yerinde. Ancak bu çabanın yerel yönetimler ve yatırım ortamı ile desteklenmesi gerekiyor. Özellikle Anadolu’nun iç kesimlerinde ve Karadeniz gibi özel bölgelerde küçük ve orta ölçekli yatırımcının önünü açacak bölgesel teşvik modellerine ihtiyaç var.
Ayrıca imar planlamalarında turizmi önceleyen, doğayı ve yerel dokuyu koruyan ama yatırımcıyı da caydırmayan bir denge kurulmalı. Bürokrasinin sadeleştirilmesi, bölgesel tanıtım ajanslarının güçlendirilmesi, ulaşım ağlarının yerel destinasyonlara doğru genişletilmesi gibi konular da önümüzde duruyor.
Kısacası potansiyel yok değil; potansiyeli stratejik planlarla tam kapasiteye yönlendirme çalışmaları daha büyük gayretle devam etmeli. Devletimizin ve bakanlığımızın da şu an olduğu gibi bu çabayı uzun vadeli bir strateji ile desteklemeye devam etmesi halinde, Türkiye yakın gelecekte turizmde dünyanın en güçlü aktörlerinden biri olacaktır.
“TERÖRSÜZ TÜRKİYE, MİLLETİMİZİN UMUDU”
Soru: Milliyetçi Hareket Partisi MYK üyesi olarak siyasetçi bir kimliğiniz de var. MHP Lideri Sayın Devlet Bahçeli’nin, ülkemizin birlik ve beraberliğini kalıcı bir zemine yerleştirmek için güçlü bir inisiyatif olarak ortaya koyduğu Terörsüz Türkiye sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu sürecin en önemli hedefleri ve öncelikleri sizce neler?
Şahin Kartal: Sayın Genel Başkanımız Devlet Bahçeli’nin “Terörsüz Türkiye” vizyonu, ülkemizin birlik ve beraberliğini teminat altına almayı hedefleyen güçlü ve milli bir iradenin tezahürüdür. Sayın Genel Başkanımızın defalarca vurguladığı gibi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin her ferdi eşittir ve bu milletin bütün evlatları kardeştir. Türk-Kürt ayrımı yapmak, kardeş kavgası çıkarmak isteyenler aslında Türkiye’yi parçalamak isteyen mihraklara hizmet etmektedir.
“Terörsüz Türkiye” sürecinin en önemli hedefi, milletimizin tüm fertlerini ortak değerlerde buluşturmak ve terör örgütlerinin aramıza nifak sokmasına fırsat vermemektir. Türkiye’de yaşayan Kürt kökenli kardeşlerimiz bu milletin asli ve şerefli bir unsurudur. MHP olarak bizim anlayışımızda ayrımcılığa yer yoktur.
Ben Türkiye’nin hemen her bölgesinde faaliyet yürüten bir iş insanı ve siyasetçiyim. Enerji, inşaat, turizm ve şehir planlaması alanlarında ülkemizin dört bir yanında binlerce farklı insanla çalışıyorum. Bu vesileyle hem kendi çalışma arkadaşlarımla hem de temas ettiğim vatandaşlarımızla “Terörsüz Türkiye” süreci üzerine istişare etme fırsatı buluyorum. Gördüğüm şu ki, milletimiz bu sürece büyük bir umutla bakıyor. Dokunduğum insanların sürece olan güveni ve memnuniyeti, atılan adımların ne kadar doğru ve yerinde olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Bu sürecin öncelikleri şunlardır:
• Türkiye’nin her noktasında huzur ve güvenliği sağlamak.
• Devletin otoritesini ve hukuk düzenini tesis etmek.
• Kardeşlik hukukunu güçlendirmek, milletimizin birliğini perçinlemek.
• Terörü bir daha baş gösteremeyecek şekilde bitirmek ve terör örgütlerine karşı tavizsiz mücadele yürütmek.
• Ekonomik ve sosyal kalkınmayı tüm bölgelerde adil şekilde gerçekleştirmek.
Sayın Genel Başkanımızın da ifade ettiği gibi: “Türk’üyle Kürt’üyle, Alevi’siyle Sünni’siyle, Laz’ıyla Çerkez’iyle 85 milyon tek yürek, tek bileğiz. Biz birlikte Türkiye’yiz.”
“Terörsüz Türkiye” süreci, hiçbir ayrım gözetmeden tüm vatandaşlarımızın huzur içinde yaşamasını sağlayacak; milli birliğimizi pekiştirecek bir kardeşlik, dayanışma ve güçlü bir terörle mücadele projesidir. Bizim gayemiz, milletimizin bütün fertlerinin devletine güven duyduğu, Anayasamızın tanıdığı hak ve sorumluluklar çerçevesinde kendini bu milletin onurlu bir ferdi olarak hissettiği bir Türkiye’yi kalıcı şekilde inşa etmektir.