ATATÜRK’E GÖRE SOSYAL AŞAĞILIK DUYGUSU VE AYDINLARIMIZ (3)

Atatürk'ün çocukluk ve ilk gençliğini geçirdiği dönem Osmanlı Devleti’nin pek çok bakımlardan sıkıntılar yaşadığı, bilinen sona doğru adeta koşar adım yaklaştığı bir dönemdi. Halk arasında “93 Harbi” olarak da bilinen 1877-1878 Osmanlı- Rus Savaşı ve sonrasında imzalan Berlin Antlaşması Osmanlı Devleti’nin tasfiye sürecini başlatmıştı. Arkasından gelen Türk-Yunan Savaşı (1897), Trablusgarp Savaşı (1911-1912), Balkan Savaşları (1912-1913) ve nihayet Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) imparatorluk halkında ve aydınlarında bir moral çöküntüsü yaratmıştı. Milli Mücadele başında millet yorgun ve bezgin, aydınlar umutsuzdu. Kimi aydınlar İngiliz, kimi aydınlar ise Amerikan mandası ile kurtuluşun mümkün olabileceğini düşünmeye başlamıştı.

Kaybedilen topraklar, sayısız insani dramların yaşandığı göçler, yerinden yurdundan edilmiş milyonlarca insanın varlığı aydınlarda bir güvensizlik yaratmış, sosyal psikologların “sosyal aşağılık duygusu” olarak tanımladığı güvensizlik ortamı oluşmuştu. Kendi milletinin tarihini, kültürünü bilmeyen, büyüklüğüne inanmayan bu aydınlar derin bir aşağılık duygusu içine girmişlerdi. Şüphesiz bu duygunun esiri olan insanlarla büyük bir iş başarmak mümkün değildi.

Türk milletinin tarihini, kültürünü ve vasıflarını çok iyi bilen Türk milliyetçisi Atatürk, önüne inandığı bir lider çıktığı zaman Türk milletinin bütün olumsuzluklara rağmen ne büyük harikalar yarattığını biliyor ve milletine inanıyordu. İşte bu iman ve inançla 13 Kasım 1918’de Mütareke İstanbul’una geldiğinde Marmara’da demirlemiş bulunan düşman zırhlılarını gördüğünde, yaverine “geldikleri gibi giderler” diyecektir. O, kendine ve milletine daima güvendi, inandı. Bunun için milletine ve gençlere “Türk övün, çalış ve güven” diye seslendi. Sosyal aşağılık duygusunu yıkmak, ortadan kaldırmak için de daima “Türk milleti çalışkandır, zekidir!” dedi.

BAŞARIYA İNANMAK

Türkiye, Atatürk ile bir taraftan akıl, bilim ve teknoloji ile Batı medeniyetine yaklaşırken; aynı zamanda “Türklüğe”, milli benliğine, kendi değerlerine doğru yol alıyordu.

Atatürk Türk olmaktan gurur duyan bir Türk milliyetçisi idi. Batı karşısında hiçbir aşağılık duygusuna kapılmadan, Batı medeniyetine yönelmenin lüzumuna inanmıştı. O, Türk milletinin kabiliyetlerini, cesaretini, sağlam karakterini savaş meydanlarında, Mehmetçik’in şahsında görmüştü. Tarihin en güçlü devletlerinden birini kuran ve yüzyıllarca yaşatan Türk milletinin her alanda başarılı olacağına yürekten inanmıştı.

Cumhuriyet’in Onuncu Yılı törenlerinde yaptığı tarihi konuşmasında, baştan sona Türk milletine olan güvenle, Türk milliyetçiliğinin coşkun ve inançlı ifadeleriyle hitap etmiştir. Cumhuriyetin onuncu yılında 29 Ekim 1933’te Atatürk, “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünü yürek dolusu iman ve inançla haykıran Devlet Başkanıdır. Burada tartıştığımız konu Atatürk’ün “kültür milliyetçiliği” anlayışı ile doğrudan doğruya ilişkili bir konudur. Atatürk bir düşünce ve devlet adamı olarak, daha da önemlisi, sosyal aşağılık duygusu içinde yalan yanlış yerlerde kurtuluş çareleri arayan asker sivil aydınların bulunduğu bir dönemde kendisi “Ya İstiklâl, Ya Ölüm!” diyerek yola çıkmış ve “milletin kendi azmi ve kararı ile kurtulacağını” haykırmıştır. O’nun bu konudaki tarihi analizleri bize bugün de ışık tutacak nitelikte ve güzelliktedir.

MANEVİ GÜÇ VERMEK

Önce Atatürk’ün meseleyi nasıl teşhis ettiğini ve çare olarak ne önerdiğini görelim. O 1919 yılında diyor ki: “Seyrek olmakla beraber üzüntüyle işitiyoruz ki, milletin tarihini okumamış veya millî histen mahrum kalmış olması lâzım gelen bazı kişiler, yabancıların aleyhimizde ileri sürdükleri ithamları reddetmedikten başka, vatanlarını kabahatli göstermekten çekinmiyorlar, bu gibilere lânet!”

“Âciz ve korkak insanlar, herhangi bir felâket karşısında milletin de hareketsiz kalmasına, çekingen bir hale gelmesine yol açarlar. Beceriksizlik ve tereddütte, o kadar ileri giderler ki, âdeta kendi kendilerini küçük görürler. Derler ki, biz adam değiliz ve olamayız! Kendi kendimize adam olmamıza imkân yoktur. Biz kayıtsız ve şartsız, mevcudiyetimizi bir yabancıya bırakalım. Balkan muharebesinden sonra milletin, bilhassa ordunun başında bulunanlar da, başka tarzda ve fakat aynı zihniyeti takip etmişlerdir. Türkiye’yi, böyle yanlış yollarda batma ve yok olma vadisine sevk edenlerin elinden kurtarmak lâzımdır. Bunun için, bulunmuş bir hakikat vardır, ona uyacağız. O hakikat şudur: Türkiye’nin düşünen kafalarını, büsbütün yeni bir imanla donatmak... Bütün millete taze bir manevî güç vermek!”

“Sinir gevşetici sözlere, telkinlere, ehemmiyet ve itimat gösterilmemelidir. Osmanlı tarzı idare ve siyasetinin yarattığı bu nevi zihniyetler reddedilmelidir. Ordu ile muharebe ile inat ile bu işin içinden çıkılmaz tarzındaki, kaynağı dışarda bulunan öğütlere uymakla, bir vatan, bir millet bağımsızlığı kurtulamaz. Tarih, böyle bir hadise kaydetmemiştir.

Bunun aksini düşünerek hareket edeceklerin acı neticelerle karşılaşacaklarına, şüphe yoktur. Türkiye, işte, bu yoldaki yanlış fikirlere, yanlış zihniyetlere sahip olanlar yüzünden, her asır, her gün, her saat biraz daha gerilemiş, biraz daha çökmüştür. Bu çöküş, yalnız maddiyatta olsaydı, hiçbir ehemmiyeti yoktu. Ne yazık ki çöküş, ahlâk ve manevi değerleri de içine almış görünüyor. Hiç şüphe yok ki, bu büyük memleketi, bu koca milleti yok olma uçurumuna sevk eden başlıca sebep, bu olmuştur.”

“Şurada acıklı bir hakikat olmak üzere arz edeyim ki, memleketimizde külliyetli ecnebi parası ve birçok propagandalar dolaşıyor. Bundaki gaye pek aşikârdır ki, millî hareketi neticesiz bırakmak, millî emelleri felce uğratmak, Yunan, Ermeni emellerini ve vatanın bazı mühim parçalarını işgal gayelerini kolaylaştırmaktır. Bununla beraber her devirde, her memlekette ve her zaman görüldüğü gibi bizde de kalp ve âsabı (sinirleri) zayıf, kavrayışsız insanlarla beraber vatansız ve aynı zamanda refah ve şahsî menfaatini vatan ve milletinin zararında arayan adî kimseler de vardır. Doğu işlerini çevirmede ve zayıf noktaları arayıp bulmakta pek usta olan düşmanlarımız, memleketimizde buna âdeta bir teşkilât haline getirmişlerdir. Fakat mukaddesatını kurtarma gayesiyle çırpınan bütün millet, işbu azim ve mücadele yolunda her türlü güçlükleri muhakkak ve mutlaka kırıp süpürecektir.”

MİLLİ BİLİNÇ VE TÜRKÇÜLÜK

Atatürk kendi hayatı içerisinde farklı tarihlerde yaşadığı aşağıdaki olayları 14 Eylül 1931 günü Dolmabahçe Sarayı balkonunda bir sohbet esnasında anlatmıştır.

Anlattığı olayların bazıları lise yıllarında, bazıları da mesleki görevleri sırasında yaşanmıştır. Osmanlı Devleti’nde sosyal aşağılık duygusu içindeki, yabancı hayranı aydınların kurtuluş çareleri kapsamında düşündükleri çareler çerçevesinde milli bilinç ve Türklük duyguları ile ilgili izlenimlerini ve duygularını şöyle ifade etmektedir:

“Bizim neslin gençlik yıllarına Osmanlılık telkin ve etkileri hâkimdi. İmparatorluk halkını meydana getiren Türk’ten başka uluslara, bu arada yanlış bir din anlayışıyla Araplara, sarayın ordu ve devlet ileri gelenleri arasında bulunan ırkdaşlarının etkisiyle Arnavutlara özel bir değer veriliyor, onlardan söz edilirken ‘kavm-i necip’ deyimi ile sıfatlandırılarak bu duygunun belirtilmesine çalışılıyor, memleketin sahibi ve devletin kurucusu olan biz Türkler, ikinci planda gelen önemsiz halk yığınları sayılıyordu.

Şair Mehmet Emin Yurdakul’un, ilk defa Manastır Askeri İdadisi’nde öğrenci iken okuduğum ‘Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur’ mısraıyla başlayan manzumesinde, bana ulusal benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı bulmuştum.

Fakat ben asıl bunu, orduya katıldığım ilk günlerde, bir Anadolu çocuğunun gözyaşlarında gördüm ve kuvvetle duyum.

YARIN: AYDINLARIMIZ ÖNCE MİLLETİNİ TANIMALI