TÜRKLERDE ASKERLİK VE YURT (VATAN) SEVGİSİ

Vatan sevgisi, sadece bütün imkanlarından yararlanmakla olmaz. Onun korunması, bütünlüğünün yaşatılması, bu uğurda gerekirse canların feda edilmesi gerekir. Bu vatan, evlatlarından bazen uğrunda kanlarını dökmelerini, canlarını vermelerini ister. Bazen, alın terini, göz nurunu dökmelerini ister. Türk milletinin her ferdi, her zaman bu bilinç içinde hareket eder.

KAMU Hukuku’na göre bir devlet birbirini tamamlayan şu dört ana unsurun bulunması ile kurulur: İnsan Topluluğu (Millet), Toprak (Ülke), Devlet Kudreti (Hâkimiyet), Siyasi Teşkilatlanma (Hükümet). Devletin bir unsuru olarak ülke, insan topluluğu ile birlikte “hazırlayıcı maddi unsurlar” içinde yer almakta ve devlet hâkimiyetinin kullanıldığı “coğrafi saha” olmaktadır. Bu anlamda ülke, sınırları belirlenmiş bir “toprak parçası”nı ifade etmektedir. Türkler eskiden ülkeye “Uluş”, ülkenin sınırlarına da “Yaka” demekteydiler. Tarihte kurulan Türk devletlerinde ülke, belirli sınırlara sahip devlet arazisi olup, bütün milletin ortak toprağı idi. Türklerde “Yurt” sözü, “vatan” kavramını karşılıyordu. Yurt sözü, en eski Türkçe metinlerden itibaren, “ev, çadır, toprak, yaşanılan yer, memleket” anlamlarında kullanılmış olan bir sözdür. Kelime, Türkiye Türkçesi’nde “Vatan” karşılığı olarak kullanıldığı gibi; mesela Kırgızca’da “ata curt” (vatan), “curttaş” (vatandaş), “curt, curut” (vatan, memleket, halk, tebaa), “aba curtu” (vatan), “curtan gal” (yurtsuz kalmak, beddua), Altaycada da “urt cer” (yurt, ahalisi olan yer) şekillerinde yaşamaktadır. Yine aynı kelimeden türeyen mesela, “yurtlan” (yurdu olmak), “yurtluk”, “yurtlak”, “yurtlu”, “yurtsuz” sözleri ve deyimleri günümüz Türkiye Türkçesinde kullanılmaktadır. Ülke sözü, yurt (vatan) sözüne göre daha dar bir anlam ifade etmektedir. Yurt (vatan) sözü, ülke ile birlikte milleti de içermektedir. Şu halde yurt (vatan), “bir milletin üzerinde yaşadığı, tarihi, gelenekleri ve hatıraları ile bağlanıp sevdiği, uğrunda severek ölmeye razı olduğu toprak parçası”na verilen isimdir. Vatan, gelişi güzel bir “toprak parçası” olmayıp, baştan sona fethedilmiş, elde etmek ve korumak için uğrunda asırlarca can verilmiş, büyük fatihler, büyük cihangirler ve büyük komutanlar komutasında ve büyük ülküler yolunda, bağrına ve sınırlarına binlerce ecdat gömülmüş bir topraktır. Şüphesiz, bir toprak parçasının, bir coğrafyanın “vatanlaşması” önemlidir. Vatanlaşma sadece o topraklar uğrunda can vermekle gerçekleşmez. Bu çok önemli oluşumun ilk aşaması olabilir. Fakat, coğrafyanın vatanlaşmasında ikinci ve çok önemli bir diğer aşama da, şehit kanlarıyla sulanan bu toprakların, aynı zamanda milli kültür değerleri ve medeniyet eserleri ile süslenmesi aşamasıdır. Yaşanılan topraklar, coğrafya üzerinde milli kimliğin damgasını taşıyan eserlerin meydana getirilmesi gerekir. Ülke üzerinde yaratılan eserler ve kültürel değerler, adeta, bu toprakların vatanlaştırıldığını gösteren “tapu senetleri” gibidir.

METE’DEN ATATÜRK’E TÜRKLERDE VATAN ANLAYIŞI

Büyük Hun İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan Türk tarihi içinde yer alan bütün Türk devletlerinde, “kutsal vatan anlayışı”nın varlığı görülmektedir. Türk milleti hem “istiklaline”, hem de “vatanına” çok bağlı idi: Büyük Hun İmparatoru Mete Han’ın doğu sınırında bulunan düşmanları (belki de savaş nedeni bulmak için) Mete’den ünlü bir atını isterler. Mete kurultayı toplar ve devlet büyüklerine sorar. Herkes bu soruya atın verilemeyeceği cevabını kesin olarak bildirir. Ancak, Mete (yine belki de zaman kazanmak için) gelen elçiye atını verip gönderir. Az sonra yine komşu Tunguzların elçisi gelir ve Mete’nin bir cariyesini ister. Mete, Hunlar arasındaki büyük kızgınlığa rağmen, cariyesini de elçiye verip, gönderir. Tunguzların elçisi, üçüncü kere gelir, çorak ve küçük bir toprak parçasını ister. Mete yine kurultayı toplar. Devletin ileri gelenlerinden bazıları, bu değersiz toprak parçasının düşmana verilmesinden yana olur. Bunun üzerine Mete Han, gürleyip, şöyle der: “At ve kadın benim malımdır. Onun için verdim. Ancak toprak devletin malıdır. Toprağı hiç kimse başkasına veremez!” Toprağı verelim diyen devlet adamlarını da cezalandırır. Atatürk’ün de çok iyi bildiği ve çok sevdiği; bir tarih dersinden sonra öğretmenlerle sohbet ederken anlattığı bu anekdot, Türklerdeki vatan toprağının kutsallığı anlayışını çok güzel aksettirmektedir. Aynı anlayışın Göktürklerde ve Uygurlarda da devam ettiği bilinmektedir. Türklerdeki bu “vatan sevgisi” Türk ülkelerini gezen bütün seyyahlar tarafından da anlatılmaktadır. Fakat Türklerdeki bu vatan sevgisi, “göçebe” ve “yerleşik” diğer milletlerden farklı olarak, “siyasi bağımsızlık” fikri ile birlikte yürümektedir. Türk, yalnızca hür ve bağımsız yaşayabildiği toprakları “vatan” saymakta; bu şartların mevcut olmadığı toprağı kolayca terk edebilmektedir. Bu nedenle, Türk kültüründe “vatan”, Türk “tuğlarının” veya “al bayrağın” dalgalandığı yerdir. İslamiyet öncesindeki bu Türk vatan anlayışı ve sevgisi, İslamiyet sonrasında kurulan Türk devletlerinde de aynen devam etmiştir. Hem Büyük Selçuklu İmparatorluğu, hem de Türkiye Selçukluları’nda devlet adamlarının bilinçli “yer ve yurt tutmak” veya “tehçir ve iskan” siyasetleri sonucunda Anadolu kısa sürede Türk vatanı haline gelmiştir. Vatan kuran bir meydan muharebesi olan Malazgirt (1071) ve vatan koruyan bir meydan muharebesi olan Miryokefalon (Düzbel) (1176) ile “Anadolu” artık “Türkiye”, yani “Türk vatanı” olmuştur. Bu çizgide, Sakarya Meydan Muharebesi de, “vatan kurtaran” bir meydan muharebesi olacaktır.

ATATÜRK’TE MİLLİ VATAN ANLAYIŞI

Bilindiği gibi, Atatürk’ün Türk tarihi içindeki en önemli rolü, imparatorluktan “merkezi / milli devlet”e geçişi sağlamak olmuştur. Yok edilmek istenen, tarihten silinmek istenen Türk milleti, onun liderliğinde, “merkezi / milli, demokratik ve laik” Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurarak, var oluş iradesini göstermiş ve çağdaş dünyada yerini almıştır. Atatürk’te “milli vatan” anlayışının daha genç bir kurmay subay iken, 1907 yılında güçlü bir şekilde ifade edildiği görülmektedir: Ali Fuat Cebesoy’un naklettiğine göre, o, Karaferiye’de arkadaşlarına, “Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük devletler tarafından tasfiye edilmesini beklemeyelim, bu tasfiyeyi biz gerçekleştirelim ve Türk çoğunluğunun yaşadığı imparatorluk topraklarında yeni bir Türk devleti kuralım” demiştir. Atatürk, “siyasi istiklal” ve “vatan” kavramlarını birlikte değerlendirmektedir. Şam’da kurduğu “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti” ne niçin bu adın verildiği yolundaki bir soruya, “Ancak, hür fikirli insanlardır ki, vatanına faydalı olabilirler” diye cevap veren Atatürk, daha Milli Mücadele’ye başlamadan, “Bağımsız yaşamak için feyizli vatanın teminine muhtacız. Çizdiğimiz bir sınır vardır, bu sınırı yabancıların eline bırakmayacağız” diyordu. Mustafa Kemal Atatürk, “hudud-u milli” içerisindeki Türk milletinin “siyasi istiklali”ne önem vermekle kalmamış, “vatanın bölünmez bütünlüğü” ve aynı vatan toprağı üzerinde yaşayan Türk milletinin “milli birliği”- ne de büyük önem vermiştir. Bu anlayış, daha Amasya Tamimi’nden başlayarak dile getirilmiş ve Misak-ı Milli ile de bütün dünyaya duyurulmuştur. Milli Mücadele hem askeri, hem de siyasi anlamda Misak-ı Milli esaslarına dayandırılmış, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel esasları da “ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü” üzerine oturtulmuştur. Şu halde, vatan sevgisi, sadece üzerinde yaşanılan vatanın bütün imkanlarından yararlanmakla olmaz. Vatanı sevmek, onun güzelliklerini heyecanla seyretmekle olmaz. Onun korunması, bütünlüğünün yaşatılması, bu uğurda gerekirse canların feda edilmesi gerekir. Bu vatan, evlatlarından bazen uğrunda kanlarını dökmelerini, canlarını vermelerini ister. Bazen, alın terini, göz nurunu dökmelerini ister. Türk milletinin her ferdi, her zaman bu bilinç içinde hareket etmelidir. Vatan üzerinde yaşayanlar, onun üzerinde yuva kurmalı, yeşil tepeleri, mavi denizleri, akar ırmakları görüp, güzel sanat eserlerine bunları işlemelidirler. Vatanın güzelliklerini milli müzik eserleriyle, şiirlerle dile getirmek lazımdır. O vatan üzerinde, küçük veya büyük bir iş görmek, bir hayat kazanmak; bir başkasına, başkalarına faydalı olmak, bir eser bırakmak için çalışmak lazımdır.

Atatürk, bir milletin büyüklüğünün ve iyi bir geleceğe aday olabilmesinin de, vatan için birlik ve bütünlük içinde azim ve kararla çalışmaktan geçtiğini belirtmiştir: “Gerektiği zaman vatan için bir tek fert gibi yekpare azim ve karar ile çalışmasını bilen bir millet, elbette büyük bir istikbale layık ve aday olan bir millettir.” Vatan toprağının “kutlu” olduğunu da belirten Atatürk, “Türk vatanı”na seslenerek şunları söylemiştir: “Yurt toprağı! Sana her şey feda olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için fedaiyiz. Fakat sen, Türk milletini ebedi hayatta yaşatmak için feyizli kalacaksın. Türk toprağı! Sen, seni seven Türk milletinin mezarı değilsin. Türk milleti için yaratıcılığını göster.” Atatürk’ün, “Türklerin vatan sevgisi ile dolu olan göğüsleri düşmanların melun ihtiraslarına karşı daima demirden bir duvar gibidir” sözlerinde ifadesini bulan Türk vatanseverliği; Türk vatanının savunulması, bütünlüğünün korunması, onun üzerinde yaşayan milletimizin birliğinin muhafazası ve bu vatan üzerinde çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşıp, onun geçilmesi bilincini ifade eder. Bu bilinç, Türk gençliğinin omuzlarına “ağır” ve fakat ağırlığı ölçüsünde de “şerefli” bir görev olarak yüklenmiştir.

YARIN: BİR ÖRNEK OLAY