MEHMET AKİF ERSOY’UN EVLİLİĞİ VE AİLESİ-6

İngilizler, Hintli casus Mustafa Sagir’i, Atatürk’ü öldürmesi için Ankara’ya gönderdi. Sagir, Ankara’da bir türlü Atatürk’ü göremiyor, İngilizlere, ‘Merak etmeyin, mutlaka vuracağım’ diye yazıyordu. Ankara’da ise, Hint Müslümanlarını temsilen geldiğini ve Milli Mücadele’ye yardım için para getirdiğini söylüyordu. Bir süre sonra gerçek anlaşıldı ve asıldı.

HATIRALARIN 6. bölümünde söz edilen Mustafa Sagîr hadisesiyle ilgili anlatılanlar, konuya değinilen bir kaynakta verilen bilgilere açıklık getirmektedir. Burada Emin Akif’in bu hususta söyledikleri arasında geçen şu cümleler önemlidir:

İstiklâl Marşı şairinin bu hain İngiliz casusunun iç yüzünü keşfetmekte çok büyük rolü olmuştur. Rol değil, Mustafa Sagîr’i suç üzeri babam yakalamış, Atatürk’ün doğrudan doğruya hayatı ile alâkadar olan teşkilatlı bir suikasta mâni olabilmiştir. Bittabi Mustafa Sagîr kendisine Hindistan’ın Ankara Hükûmeti’ni alkışlayan bir ferdi, âlem-i İslâm’ın bir âzası, bir sefiri süsü veriyor idi. Babam da eskiden beri Türkiye’de İttihadı İslâm teşkilâtına çalışan, hitap eden bir mütefekkir tanındığı için Mustafâ Sağîr ile samimiyet peyda etmiş, iç yüzünü henüz bilmediği bu İngiliz casusunu kaç defalar Taceddin Mahallesi’ndeki evimize davet etmişti. Bu arkadaşlıktan kendi hesabına faydalanmayı düşünen Hintli casus yeni yeni düzelmekte olan muhabere işlerinde babamın adresiyle mektuplaşmayı daha münasip bulmuş, Mehmet Akif vasıtasıyla muhabereye başlamıştı. Lâkin Mustafa Sagîr namıyla Hindistan’dan, İstanbul’dan, hattâ Mısır’dan babamın adresine o kadar çok mektuplar koca koca zarflar geliyordu ki peder şüphelenmeye başladı. Hiç unutmam, İstanbul’dan Mustafa Sagîr’e gelen büyük bir zarfın bir ucu kazara yırtıldı. Zarfın muntazaman katlanmış sahifelerce muhteviyatı gözüküyordu. İkimizin de nazarı dikkatini çeken şey, mazrufun yazıdan âri olması oldu. Babam artık dayanamadı. Zarfı yırtarak açtı. Satırsız büyük eseri cedit kâğıtları bomboştu. Yalnız bu kâğıtları katlayan bir tabakada üç dört satırlık bir yazı vardı. İstanbul’da havaların yağmurlu gittiğinden bahsediyor, Mustafa Sagîr’e muvaffakiyetler temenni ediliyordu. Bilâhare diğer sahifeler tahlil edildi. Bu gibi hâllerde istimal edilen kimyevi mürekkeple yazıldığı anlaşıldı. Mustafâ Sagîr, sagîr değil kebir bir hain olmasının cezasını hayatı ile ödedi, darağacında can verdi.

Aynı konuya Kazancıgil de Avni Refik Bekman’dan naklederek değinmektedir: (...) Hintli bir casus, Mustafa Sağîr diye bir İngiliz casusu, Afganistan’daki Afgan Kralını vurmuş... Daha sonra İngilizler tarafından Ankara’ya Atatürk’ü vurmakla görevli olarak gönderiliyor. Fakat Mustafa Sagîr, Ankara’dayken bir türlü Atatürk’ü göremiyor; ama bir yandan da İngilizlerle yazışıyor. “Merak etmeyin, mutlaka vuracağım,” diye... Bizimkilere de Hint Müslümanlarını temsilen geldiğini ve onlardan Milli Mücadele’ye yardım için para getirdiğini söylüyor. Fakat Mustafa Sagîr’in -Sagîr, küçük demektir- bir zaman sonra Ankara’da niyeti anlaşılıyor ve asılıyor... Ben ajan olduğunun nasıl anlaşıldığını, işin aslını merak ettim. Bir gün Ankara Üniversitesinde kimya hocası olan Profesör Avni Refik Bekman bir dergide; “Ben Berlin’de kimya okumuştum, Adnan Adıvar bakandı, ben de Mecliste kâtiptim o zamanlar,” diye bir yazı yazmış, Adnan Adıvar merak etmiş bu adamı, Almanya’da ne okudu diye... O da, “Biyokimya doktorası yaptım,” demiş. Adnan Adıvar, bunu öğrenince hemen adamı Sağlık Bakanlığına bağlı, biyokimya laboratuarı kurmakla görevlendirmiş, aletler bulmuşlar falan. O esnada da birtakım mektuplar getirmişler Avni Refik Bey’e; mektubun bir yüzü dolu, arkası boş! Avni Refik Bey, türlü çalışmalardan sonra kimyasal reaksiyonlar yardımıyla bu mektupların limonla yazılmış, gizli mektuplar olduğunu buluyor ve Mustafa Sagîr’in foyası o zaman ortaya çıkıyor ve yakalanıyor. Atatürk belki de ölümden kurtuluyor bu sayede. Bu olayı sosyalistler ya da başka gruplar kendilerince açıkladılar zaman içinde; ama kimse bunun böyle kimyasal bir analiz sonucu ortaya çıktığını anlatmamıştı, mühim bir belge diye hemen bunu buldum ve yayınladım dergide.

-Nereden buldunuz bu belgeleri? -Büyük Millet Meclisinin kuruluşunun 50. ya da 60. kuruluş yıl dönümünde -tam hatırlamıyorum- bir kitap çıkarmışlar, o kitapta buldum. Emin Akif’le Bekman’ın verdiği bilgileri telif etmek gerekirse -Kazancıgil’in bahsetmemesine rağmen- mektuplar Bekman’a Akif vasıtasıyla ulaşmış olabilir diyebiliriz. Nitekim Kazancıgil, “O esnada da birtakım mektuplar getirmişler Avni Refik Bey’e (...)” diyerek bu hususta muğlak bir ifade kullanır.

MEHMET EMİN AKİF ERSOY’UN, BİR HATIRA DEFTERİ VAR MIYDI?

Kenan Akın’ın görüşmesinde, Emin Akif’in hatıralarını Orta Çiftlik adıyla kaleme aldığı vurgulanmakta ve bu hatırattan bazı iktibaslar da yapılmaktadır. Burada hemen hatırlatmak gerekir ki, bugün elimizde bu hatırat defteri yoktur. Defterin Millet gazetesinde yayınlanan hatırat tefrikasının devamı olabileceği veya oradaki bölümlerle birlikte daha fazlasını ihtiva ettiği akla geliyor. Bugüne kadar ortaya çıkmadığına göre hatırat defterinin; (ne yazık ki) kaybolmuş olduğuna hükmetmemiz gerekiyor. Çünkü Millet’teki tefrika 12 Şubat 1948 tarihli nüshasında başlar, 10 Haziran 1948 tarihli nüshasında sona erer. Kenan Akın Orta Çiftlik adlı bu hatırat defterinden bazı bölümleri 24 Şubat 1966 tarihli Tercüman’da yayınladığına göre Emin Akif’in ölümünden (24 Ocak 1967) on bir ay önce kaleme alınmış durumda olduğu ortaya çıkmaktadır. Burada Emin Akif’in (belki de son) resmi de yer almaktadır. Memleket gazetesinde 1947’de yayınlanan fotoğrafıyla kıyaslandığında zamanın Emin Âkif üzerindeki yıpratıcı tesiri bütün açıklığıyla fark edilmektedir. Y. T. Günaydın’a göre; Akın’ın röportajında Emin Akif’in, Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) ilgililerince himaye altına alındığı kaydedildiğine göre bu defterin MTTB arşivinde olma ihtimali akla gelmektedir. Tabii bu arşiv muhafaza edilebildiyse... Bütün bunları destekleyen bir metin olarak Akif’in ortanca kızı Feride (Akçor) Hanım ve damadı Muhiddin Akçor ile yapılmış bir röportaj da önemlidir. Bu röportajda Akif’in mizacı, İstiklâl Savaşı sırasındaki tutumu hakkında kızı ve damadının ağzından bilgiler verilmekte; ayrıca Emin Akif’ten de (adı anılmadan) söz edilmektedir.

MEHMET TAHİR ERSOY BEY (R. 1331, H. 1333/1914/1915-12 NİSAN 2000)

Mehmet Tahir Bey, Ersoy ailesinin en küçük çocuklarıdır. Nüfus kaydında doğum tarihi yıl olarak Rumi: 1331, Hicri: 1333 (1914/1915) görülmektedir. Mehmet Akif, 18 Ağustos 1346 (1930) tarihinde Kuşçubaşı Eşref (Sencer) Bey’e yazdığı bir mektupta, “Tahir, biz Hâil’de iken dünyaya gelmişti. Şimdi on dört, on beş yaşlarında! Zaman ne süratle ilerliyor değil mi?... Emin Arapçayı bir fellah gibi söylüyor. Tahir de fena değil. Mekteplerine gidiyorlar. Şimdilik hallerinden memnunum.” Demektedir. Mehmet Akif, Teşkilat-ı Mahsusa liderlerinden arkadaşı Kuşçubaşı Eşref (Sencer) ile birlikte Hâil’e (Necid) giderek Necid Sultanı İbnürreşit ile görüştüler. Bu seyahat Mayıs 1915’te başlamış ve Ekim 1915’te tamamlanmıştır. Akif yaklaşık bir aya yakın Medine’nin kuzeydoğusunda bulunan Hâil’de kaldı. Buna göre Akif’in küçük oğlu Tahir’in doğum tarihi 1915 yılının temmuz, ağustos ayları olmalıdır.

Tahir Bey çok iyi İngilizce ve Arapça bilirdi. İş Bankası Karaköy Şubesi’nde, Susurluk’ta bir borasit madeni firmasında, Ankara Petrol Ofisinde ve Petrol Ofisinin İzmir tesislerinde çalıştı. Oradan emekli oldu. İstanbul’a yerleştiler. Ölümüne kadar İstanbul’da yaşamıştır. 1963 yılında Ayten Hanım’la (Doğumu: 1945) evlendi. 27 yıl evli kaldılar. Pankreas kanseri olmuştu. Bu amansız hastalıktan kurtulamadı ve tedavi gördüğü hastanede 12 Nisan 2000 tarihinde vefat etti. Kardeşi Suad’ı kaybedeli henüz 42 gün olmuştu.

Akif’in torunu Selma Argon Hanım daha 5 yaşındayken annesi ile babası ayrılınca yanına sığındıkları dayısı Tahir Bey’in kişiliği hakkında çok önemli bilgiler vermektedir: Bu arada dayımın ayrı bir hususiyetinden bahsetmeliyim. Kendisi çok güzel yemek yapardı. Yaptığı kadayıfı hiçbir yerde yemedim desem doğru olur. Et yemekleri şahane olurdu. O da benim yaptığım Rus salatasını çok severdi. Birlikte yenen yemekler çok eğlenceli geçerdi. Soslu makarnaya bayılırdı. (s. 25.) Tahir Ersoy mükemmel bir insandı… Sevgi doluydu. Ablasını yani annem Suad Hanım’ı çok severdi. Beni ve ablamı da çok severdi. Kendi çocuğu olsa ancak o kadar ilgilenebilirdi. Bir dediğimizi iki etmedi. Eve her zaman eli dolu gelirdi. Espriliydi, ben çocukken bizim evden hiçbir zaman sevinç eksik olmazdı. Annemle dayım aynı zamanda çok eğlenceli insanlardı. Dayım hep bizi güldürürdü; annem gözlerinden yaşlar aka aka güler, biz hepimiz de tabii onlar gülüyor diye gülerdik. Hakikaten evimiz neşe doluydu. Dayım o aralar evli değildi. Çok sonra ben evlendikten sonra evlendi… Dayım, bunca çile dolu yıllarını yok sayarcasına bizi evladı sayar, bağrına basardı. Çocuk sevgisini, babalık özlemini belki de bizi severek giderirdi. Coşku dolu yüreğini bizden hiç esirgemedi. (s.19-20)

YARIN: MEHMET AKİF ERSOY’UN ŞECERESİ