Terörle mücadelenin hâkimiyet evresi
Abdullah Öcalan, Kenya’dan Türkiye’ye getirildiğinde, DGM savcılarınca İmralı’da sorguya alındı. İlk ifadesi, “Beni kullandılar” oldu.
Bölücübaşı; Suriye, İran, Almanya ve Yunanistan devletlerinin isimlerini verdi. Halbuki teslimatı bu devletler değil, ABD yapmıştı.
Bu sürpriz jest, "Öcalan’ı bize neden teslim ettiler, hâlâ anlamış değilim" diyen dönemin Başbakanı Bülent Ecevit için bir muamma olarak kaldı.
Ortadoğu’nun petrol ve enerji hatlarını ele geçirmek için Saddam Hüseyin’i devirmeye hazırlanan Washington, Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesinden dört yıl sonra Türkiye’den Irak işgali için topraklarını ve hava sahasını açmasını talep etti.
Bu adım, açıkça, bir "jestin karşılığı" talebi gibiydi.
Ancak TBMM’de yapılan oylamada, ABD ordusunun Türk topraklarından geçişini düzenleyen tezkere, yeterli çoğunluğa ulaşamadı. Bu ret, Soğuk Savaş sonrası Türkiye-ABD ilişkilerinde en büyük kırılmayı tetikledi. ABD, Türkiye’yi artık "güvenilmez bir müttefik" olarak işaretliyor, içeride FETÖ’yü, dışarıda ise PKK/PYD’yi güçlendirerek yeni bir denge arayışına giriyordu.
Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesinin ardındaki nedenler, tek bir açıklamayla sınırlı kalamazdı elbette. Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, bir gazeteciye verdiği demeçte şunları söylemişti: “Öcalan 1979’da Suriye’ye gidiyor. Çıkışına kadar 20 yıl orada. Suriye’de kendisine bağlı bir Kürt yapılanmasını oluşturduğu süreç de odur. Şam’da yaşarken Öcalan kimin kontrolü koruması altındaydı? Esad rejimi… Daha açık konuşalım; El Muhaberat. Tabii Rusya’nın da bir ölçüde etkin olduğunu söyleyebiliriz. O dönemde Öcalan, Muhaberat’ın kontrolü ve koruması altında. Peki, siz onu Suriye’den çıkarttınız ve Türkiye’ye teslim ettiniz. Örgüt Suriye’nin kontrolünden uzaklaşmış oldu ve Amerika’nın kontrolüne girdi.”
Türkiye Cumhuriyeti Devleti Genelkurmay Başkanı, PKK kurucusunun Türkiye’ye teslim edilmesiyle, örgütün bütünüyle ABD güdümüne girişini ilişkilendiriyordu.
Dikkat ederseniz, MHP Lideri Sayın Devlet Bahçeli’nin “Dün terörist başının yoldaşı olanlar, şimdi Amerika’nın uşağı olmuşlar” tespitinde de “mızrap bağlamanın aynı teline” dokundu.
Öte taraftan bugün, Abdullah Öcalan ismi üzerinden tetiklenen tartışmalar eskiye dair kaygıları canlandırabilir. Çünkü geçmişte, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bile çileden çıkaran ve sergilenen görüntüyü tasvip etmediğini söyleten bir “çözüm süreci” vardı. Oysa bugün terörün nihayete erdirilmesi inisiyatifini üstlenen Sayın Devlet Bahçeli’nin ifadeleri çok net: “Türkiye’nin yeni bir çözüm sürecine değil, ortak aklı çalıştırmaya, dürüst ve samimi adımlara, dış dayatmalara kapalı durmaya, bin yıllık kardeşliği daha da kuvvetlendirmeye ihtiyacı var.”
Bu bağlamda, Bölücübaşı DEM ile görüşecek mi, görüşmesinin neticeleri ne olacak, erken bir yorum sadece niyet okumak olur. Fakat bir devletin terörle mücadelesinin belirli bir evresinde diplomasi yöntemlerini devreye sokması, nihai çözüm için kaçınılmazdır.
Kolombiya’nın FARC, İngiltere’nin IRA ve İspanya’nın ETA ile mücadelelerinde askeri operasyonlar diplomasiyle birlikte yürütülmüş, böylece kalıcı çözümler elde edilmiştir.
Ancak burada mühim olan bir husus, bu diplomatik hamlelerin hangi tarihsel koşullarda yapıldığıdır. Türkiye için bu adımlar, yalnızca terörle mücadeledeki askeri üstünlüğün zirvesindeyken ve devlet her alanda hâkim bir pozisyondayken olumlu neticeler getirir.
Bugün Türkiye, mahkum bir dere yatağında sürüklenen değildir. Hakim bir zirvede mücadeleyi yönetendir. Bu hâkimiyet, “bin yıllık kardeşliği daha da kuvvetlendirecek” sonuçların yegâne garantisidir.