BİN YILLIK HESAPLAŞMA: LOZAN KONFERANSI VE ANTLAŞMASI (1)

Son günlerde kamuoyumuza açıklanan Danıştay kararından hemen sonra Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Ayasofya’nın yeniden cami olarak ibadete açılmasının gündeme gelmesi ve ilk namazın 24 Temmuz 2020 Cuma günü kılınacağının açıklanması, bilindik tartışmaları gündeme taşıdı. Bazıları, Ayasofya’nın cami olarak açılmasını ve 24 Temmuz tarihinde ilk namazın kılınacak olmasını “Atatürk’ün eserleri bir bir yok ediliyor” diyerek eleştiriyor. Sanki Atatürk’ün her sözü Kur’an-ı Kerim ayeti, her uygulaması Hazreti Peygamberin sünneti! Atatürk’ün emperyalizmle mücadelesini unutarak, her yapılana, “acaba Batılı dostlarımız ne der, acaba Amerika, Avrupa Birliği bize hangi yaptırımları uygular, bunun sonuçları ağır olur” gibi değerlendirmelerle karşı çıkanlar Atatürk’ten utanmalıdır ve Atatürk’ün arkasına saklanmaktan vazgeçmelidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, egemen bir devlet olarak hukukun gereğini yapmıştır, o kadar… Müslüman Türk milletinin tarihi bir özlemi gerçekleşmiştir. Türk milletinin evlatları olaya “Bizans” veya “Haçlı” mantığı ile bakamaz, bakmamalıdır. İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet Han’ın vakfiyesinin şartları yerine getirilmektedir. Bu da kimseyi rahatsız etmemelidir.

Evet, Atatürk 1934’te dönemin siyasi ve diplomatik ortamı içinde Ayasofya’yı müze yapmıştır. Bu karar ve uygulamanın Ayasofya’nın kiliseye dönüştürülmesini engellediği ortadadır. Nitekim, 1936’da Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Çanakkale ve İstanbul Boğazlarında Türkiye’nin egemenliğini tesis eden Atatürk, Ayasofya’nın “Cami-i Kebir” olarak tapusunu tescilletmiştir. Fatih’in vakfiyesindeki şartlar hukuki garanti altına alınmıştır. Bugün, konuyla ilgili Danıştay kararını “bu kararlar, yıkılmış Osmanlı’nın hukukuna dayanarak Cumhuriyet’in hukukunu yok saydı” diyerek eleştirenler, Vakıflar Genel Müdürlüğünü kuran ve Cumhuriyet’in vakıf hukukunu oluşturanın Atatürk olduğunu unutmuş gözüküyorlar. 1936’da mevcut vakıflardan “Beyanname” toplandığını ve Selçuklu’dan, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal eden vakıfların bundan sonraki hukuklarının bu beyannamelere göre devam ettirildiğini bilmiyorlar.

Sözün özü, 24 Temmuz 1923’te Sevr’i yırtıp tarihin çöplüğüne atan Atatürk ve arkadaşları, yeni Türk devletinin bağımsızlığını ve egemenliğini uluslararası sisteme tescil ettirmişlerdir. Bugün, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yönetenler de Lozan hukukuna göre egemen bir devlet olarak ve milletin beklentilerine uygun olarak Ayasofya’nın cami olarak ibadete açılması kararını vermişlerdir. Bu siyasi kararın dayanağı da Danıştayın hukuki kararıdır. Bu uygulama, 15 Temmuz 2016 hain FETÖ kalkışmasından sonra adım adım küresel emperyalizmin ve küresel finans kapitalin boyunduruğundan çıkan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bundan sonra da devam edecek olan bağımsız düşünebilme becerisinin bir uygulamasıdır.

Kimse, küresel Haçlı emperyalizmin ağzıyla konuşarak, ülkemizde yeni bir kamplaşmanın yolunu açmamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin rakibi değildir, devamıdır. Atatürk ile Fatih Sultan Mehmet birbirinin düşmanı değildir. Tamamlayıcısıdır. Biri İstanbul’u fetheden, diğeri işgal altındaki İstanbul’u kurtararak yeniden Müslüman Türk’e armağan eden adamdır. 21. yüzyılda hâlâ, “Bizans”, hâlâ “Megali İdea” hayalleri görenler ve onların yerli taşeronlarına söyleyeceğimiz şudur: “Üsküdar’da sabah olmak üzeredir! Hayatınızda bir kere de sizi var eden bu toprakların ve bu milletin yanında mevzilenin!”

LOZAN’A NASIL BAKMALIYIZ?

Lozan Antlaşması, bugün Türkiye’de en çok tartışılan konulardan biri haline gelmiştir. Lozan ile ilgili pek çok konu adeta “şehir efsanesi” haline getirilmiş, bilen bilmeyen herkes bu konuda konuşmaya, yazmaya başlamıştır. Bunların bazıları bilgisizlikten kaynaklanıyor olsa da çoğu bilinçli yürütülen bir algı operasyonunun parçasıdır. Lozan’ı tartışmaya açmak demek, onun uluslararası hukuka göre bağımsızlığını tescillediği Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin oluş ve beka esaslarını tartışmaya açmak demektir.

“Lozan yüz yıllık süresi olan bir antlaşma imiş, 2023’te bitecekmiş, gizli maddeleri varmış, Halifeliği kaldırma sözü verilerek imzalanmış, adalar, Mısır, Sudan, Kıbrıs ve dâhi pek çok Osmanlı toprağı Lozan’da satılmış vs. vs…” İnsanda biraz utanma duygusu, biraz da okuduğunu anlama becerisi olur! Bu aslı astarı olmayan yalanları duyanlar öncelikle muhataplarına, “Lozan bir gizli bir antlaşma mı?” Sorusunu sormalılar. Kaldı ki, konferansın görüşme tutanakları, antlaşmanın metni ve ekleri yayınlanmış kamuoyunun bilgisi dâhilindedir.

Baş delege İsmet İnönü’nün hükümetle ve Meclis Başkanı Mustafa Kemal Atatürk ile yazışmaları (telgrafları) da yayınlanmıştır. Lozan’a katılan, görüşmeleri takip eden delegeler ve gazetecilerin neredeyse tamamı anılarını ve izlenimlerini yayınlamışlardır. Aynı durum masanın öbür tarafında oturan Avrupalı muhataplarımız için de geçerlidir.

Bakalım 2023 Temmuzu geldiğinde bütün bu kuyruklu yalanların sahipleri nereye kaçacaklar? Yaşarsak göreceğiz.

Lozan “bin yıllık bir hesaplaşmadır”, tarihsel süreç incelendiğinde ve Lozan bu tarihsel süreç içinde değerlendirildiğinde gerçek budur. Lozan’da sadece Birinci Dünya Savaşı’nın değil, Türk milletinin Batı’ya yürüyüşünün, “Şark Meselesi” bağlamında hesabı görülmek istenmiştir. Sevr dayatmasını Milli Mücadele sayesinde elimizin tersiyle itmemize rağmen önümüze ağır bir “hesap” (fatura) konulmuştur. Tutanaklardaki tartışmalara bakıldığında görülecektir ki; Lozan’daki kavga “hilal ile haç”ın kavgasıdır. Onun için Lozan, bin yıllık hesaplaşmadır.

Büyük Atatürk ve arkadaşlarının sayesinde Lozan’da hilal, haçın karşısında eğilmemiştir. Anadolu’da yeni bir bağımsız Türk devleti vücut bulacaktır. Bu devletin Misak-ı Milli ile düşünülen temel esasları Lozan’da tescillenmiştir: Türkiye Cumhuriyeti, tam bağımsız, üniter/ulus devlet ve laik demokratik cumhuriyet olarak tarih sahnesindeki yerini almıştır.

Misak-ı Milli hedefleri açısından Lozan’da gerçekleştiremediğimiz konular vardır. Fakat Türk milleti o hedeflerinden vazgeçmiş değildir. Nitekim “Boğazlar” konusu ve “Hatay” meselesi Atatürk ve arkadaşları tarafından sonraki süreçte lehimize çözülmüştür. Musul ve diğer bazı meseleler bugünkü ve yarınki Türk çocuklarının hedefleri içerisindedir ve onların vatan sevgilerine emanettir.

KONFERANS ÖNCESINDE GENEL DURUM

Yunanlıların Eylül 1922’de Anadolu’da büyük bir bozguna uğramalarının ardından, 3 Ekim’de Mudanya’da başlayan mütareke görüşmeleri, 11 Ekim 1922’de Türkiye adına İsmet Paşa, Müttefikler adına da İstanbul’daki komutanlar tarafından imzalanan antlaşma ile sonuçlanmıştır.

Mudanya Mütarekesi görüşmeleri sırasında teati edilen notalarda barış görüşmeleri için Lausanne (Lozan)’da bir konferansın toplanmasına karar verilmişti.

İtilâf devletleri (özellikle İngiltere, Fransa ve İtalya), yeni bir savaşın tehlikelerini önlemek amacıyla, Büyük Millet Meclisi yönetimini, Yunanistan ve diğer bazı devletleri ivedilikle bir barış konferansına katılmaya çağırıyorlardı. Türkler, barış görüşmelerinin derhal başlayacağına dair Franklin Bouillon’dan güvence aldıktan sonra bu çağrıyı kabul ederek, konferansın 20 Ekimde İzmir’de yapılmasını ve Boğazlar sorunuyla ilgilenen Sovyet Rusya, Ukrayna ve Gürcistan’ın da buna katılmalarını öneriyor; bu devletler katılırlarsa, daha esaslı bir anlaşmaya varılacağı ve gelecekte herhangi bir çatışmanın önleneceği görüşünü ileri sürüyorlardı.

YARIN: TÜRK HEYETİNİN BELİRLENMESİ VE HEYET ÜYELERİ