1948 yılında BM tarafından kabul edilen ve 140 ülke tarafından da onaylanan “soykırımın önlenmesi ve cezalandırılması” sözleşmesinde yer alan tanımın tekrardan ele alınması mecburiyeti doğdu. İnsanlığın her geçen gün daha vahşileştiği, vahşetin normalleştirildiği ve kanıksandığı bir dönemde bu tanım bugün yaşananları maalesef karşılamıyor.

Bugün İsrail’in Gazze’de yaptıkları soykırım tanımının bile ötesine geçti. İnsan havsalasının alamayacağı türdeki katliam yöntemleri İsrail barbarlarının güle oynaya gerçekleştirdikleri bir oyun haline dönüştü. Bu bakımdan hem tanım hem önleme hem de suçun cezalandırılması için yeni bir sözleşmeye ihtiyaç var. İsrail’in Gazze’de yaptıklarının cezalandırılması için bugünün ceza müeyyideleri de yetersiz. Geçmişin cezalandırma yöntemleri geçmişin suçlarında kaldı. İsrail’in Gazze’de yaptığı soykırım daha kapsamlı ve stratejik bir barbarlığa dönüştü. Artık yeni bir suç oluştu ve bunun için de yeni bir cezalandırma şart!

Güney Afrika Cumhuriyeti'nin İsrail aleyhine açtığı “soykırım” davasında Uluslararası Adalet Divanı (UAD) 26 Ocak’ta kararını açıklamış ve “ihtiyati tedbir” talebinde bulunmuştu. Bununla birlikte İsrail'den ölümleri durdurmasını, soykırımı önlemek için tüm önlemleri almak zorunda olduğuna hükmetmişti. Soykırım yapıldığının “makul seviyede” ispatlandığını söylemişti. UAD, İsrail’e 1 ay içinde yazılı olarak savunmasını sunması için süre vermişti.

7 Ekim’den 26 Ocak’a kadar Gazze’de katledilenlerin sayısı 26 bindi. Bugün bu sayı 40 bini aştı.

Hayatını kaybedenlerin yüzde 70’i kadın ve çocuklardan oluşuyordu. Bu oran bugün de değişmedi.

Savunmasız insanlar, en güvenli gördükleri sığınaklarda hedef alındı. Cami, kilise, okul, hastane, pazar yeri, mülteci kampı, ambulans, ev… Her yer İsrail’in hedefi haline geldi. Refah sınır kapısında yüzlerce savunmasız insan Ramazan bayramında katledildi.

Daha geçtiğimiz günlerde Gazze’de İsrail’in çekildiği Nasır Hastanesi avlusunda 392 ceset bulundu. Toplu olarak gömülen Filistinlilerin kimisinin ellerinin arkadan bağlandığı kimisinin ise diri diri gömüldüğü tespit edildi. Bu görüntüler yakın tarihin en büyük soykırımının yapıldığını bir kez daha ispatladı. Ancak gören göz, işiten kulak, söyleyen dil lazım…

Türkiye, küresel vicdanın ayağa kalkmasında önemli bir rol oynadı. İsrail’in saldırılarının ilk gününden itibaren tepkisini ortaya koydu. ABD ve Avrupa ülkeleri eylemlerde olmasa da söylemlerde Türkiye’nin durduğu noktaya geldi.

Batıda sokak eylemleri arttı. İsrail’e tepkiler yükseldi. Bugünlerde bu eylemler üniversitelere sıçradı. ABD’de başlayan protestolar Almanya ve İngiltere’ye yayılmaya başladı.

Ancak bunların hiçbiri İsrail’i durdurmaya yetmiyor.

Yetmedi de!

Çünkü cezalandırma sistemi çalışmıyor, durdurma, önleme gibi vasıtalar işlevini kaybetti. İsrail’e gebe olan her ülke İsrail’in barbarlığına göz yumuyor. Kimse elini taşın altına sokmaya cesaret edemiyor.

İşte bunun için yeni bir tanıma ihtiyaç var. Mevcut tanımın ötesinde bir barbarlık varsa ona göre de cezai müeyyidesinin genişletilmesi gerekiyor. Soykırım delilleri “makul seviyede” tespit edildikten sonra 1 hafta içinde hükmün kesinleşip uygulanması gerekiyor. Çünkü süre uzadıkça katliam da devam ediyor. Sıra cezalandırmaya geliyor elbette.

Sadece para tazminatına hükmetmek yetmez!

Trişkadan meseleler için bile ambargoların uygulandığı ve bazı kısıtlamaların getirildiği bir dönemde soykırım suçu işleyen ülkenin de dünyayla ilişkisi kesilmeli. Ticaret, diplomasi, seyahat engeli getirilmeli.

Soykırım yapan ülkenin sadece devlet başkanlarını ve askeri yöneticilerini yargılamak yetmez!

Onlara destek veren, maddi-manevi soykırım suçunu teşvik eden her ülke ve her yönetici de yargılanmalı.

Bunlar yapılmayacaksa, “adalet” diye bağırmanın bir anlamı var mı?!