Meramımızı öfkeyle anlattığımız bir dönemi yaşıyoruz.

Sevgi dili nedir unuttuk.

Sosyal medya çağı mıdır buna sebep?

Yoksa sosyal medya, var olanı bu kadar aleni hale mi getirdi?

Benliğimizle ördüğümüz duvarların arasında hür esirler gibiyiz.

İlişkilerimizi, dostluklarımızı, arkadaşlığımızı bile müsabaka havasına sokuyoruz. Son söylenecek sözleri ilk merhalede sarf edebiliyoruz. Hatır diye bir şey kalmadı.

Oysa fikir, sanat ve edebiyat dünyasından konuşmalıydık.

Acaba hayata yanlış bir pencereden mi bakıyoruz?

Her şey ticarete ve şova dönüştü de biz kabul mü etmiyoruz?

Hayat binlerce yıldır şov, iki yüz bin yıl önce de çıkardı.

İnsan hayatındaki temel eğilimler değişmedi!

İnsanlar dün de çıkarın peşinde koşarlardı; dün de siyasetin değirmeninde adam harcanırdı; tarihte de şov yapılırdı.

Ama dün, kitapların da hakimiyeti vardı. Bağdat’ta kurulan "Beyt-ül Hikme" tercüme evi ile bütün bir beşeriyete kitabın ışığı yayılırdı. Endülüs’te yazılan bir kitap, Konya’da tahlil edilirdi. Türkistan’da kaleme alınan bir eser, Orta Doğu coğrafyasında algıları değiştirirdi.

Yusuf Has Hacibler böyle doğdu. Kaşgarlı Mahmutlar, böyle ilim dünyasına merhaba dedi. Ali Şir Nevai, Türkçenin gücünü dünyaya haykırmak için kitaba sarıldı. Asrın en kudretli veziri Nizamülmülk, gücüne rağmen kitap yazmak zorunda hissediyordu kendisini. "Siyasetname" böylece tarihe geçti.

Dönemin bütün nitelikli padişahları, kağanları, şahları ilmin ve sanatın avcılığını yapıyorlardı. Timur, Semerkant’ı bir ilim yuvası yaptı. Fatih, İstanbul’u Konstantin olmaktan böyle çıkardı.

O zaman da, kitaplar halk tarafından okunur değildi.

Ama alimler ve aydınlar okurdu.

İslam dünyası, kitabın dünyasıydı.

Batı'ya, Yunan düşünce sistemini tanıtan Müslüman alimlerdi. Farabi idi, İbn-i Sina idi, İbn-i Rüşt idi. Müslüman alimlerin tartışması da ilimdi. Felsefenin tutarsızlığını anlatmak için kaleme sarılan İmam Gazali’nin kuvvetli mantığı göz ardı edilemezdi.

Ben kitap dünyasının büyülü ikliminden geldim.

Sahne sanatına başlamadan önce Türk Asrına Girerken, Kavramlara Dokunmak ve Yükselen Milliyetçilik-Liberal İhanet eserlerine imzamı atmıştım. Sahne sanatı da yazma şevkimi kırmayı başaramadı. Yollarda, havaalanlarında, otellerde yazmayı sürdürdüm. İnandığım yola sadece müzikle değil, kitaplarla da hizmet etmek amacım taze bir çiçek gibi gönlümde açıp durdu. Tam dokuz eserde aktif sahne sanatı süresince yazdım.

Herhalde dünyada profesyonel müzik yaptığı halde, periyodik olarak her iki yılda bir kitap yazan tek sanatçı benim.

İnandığım yolu sistematik ölçüde ele aldım.

Sanatın enerjisi duygu olmasına rağmen ben bilgiyi yeğledim. Şarkılarımda duygu kadar bilgi de yerini aldı. Dede Korkut’un ayak izini sürerek yazdığım şarkılar, Kaşgarlı Mahmut’un ışığını takip ederek kaleme aldığım kitaplar, ülkü mücadeleme yoldaşlık etti.

Yerimde durduğumu hatırlamıyorum. Konferanslar verdim, televizyon programları yaptım. Çünkü ülkü meşalesini söndürmek için az çaba sarf edilmiyordu.

Bunları bir elim yağda, bir elim balda yapmadım.

Şimdi de sinema filmi çektik; ne zor işmiş gördüm.

Bu yazıyı da sabahın erken saatinde kalkarak kaleme alıyorum.

Öfkenin değil, sevginin diliyle yazıyorum.

Yorulmadım mı?

Yoruldum elbet.

Ama düşman kavi!