İslâmiyet öncesi Türk toplumunda ilk sosyal birlik olan ve ‘oguş’ sözü ile ifade edilen aile, sosyal bünyenin çekirdeği durumunda idi. Özel mülkiyette, hukukta, sosyal davranışlarda, soy’a saygıda, adalet, dinî hoşgörü anlayışlarında ve bunları gerçekleştirmek ve korumakla görevli devletin ‘baba’ telâkki edilmesinde Türk ailesinin prensipleri görülebilir.

TÜRKLERDE AİLE ANLAYIŞI-1

TÜRKLERDE Aile ve Evlilik Tipleri “Ana, baba, çocuklar ve tarafların kan akrabalarından (aile biçiminin gereğine göre) meydana gelmiş ekonomik ve toplumsal birlik” olarak tanımlanan aile, toplumun önemli bir parçasını oluşturur.

İslâmiyet öncesi Türk toplumunda ilk sosyal birlik olan ve “oguş” (veya uguş) sözü ile ifade edilen aile, sosyal bünyenin çekirdeği durumunda idi. Bu sebeple, aile sistemini esasları siyasî, sosyal hemen bütün Türk kuruluşlarına ve fertlerin davranışlarına yansımıştır. İslâmiyet öncesi Türk toplumundaki özel mülkiyette, özel hukukta, inanışları himayeye yönelik sosyal davranışlarda, soy’a saygıda, adalet, dinî hoşgörü anlayışlarında ve bütün bunları gerçekleştirmek ve korumakla görevli olan devletin “baba” telâkki edilmesinde Türk ailesinin (ana, baba, çocuklar ilişkilerinde temellenen) prensiplerini görmek mümkündür. Esasen bu dönemde aile, devletin dayandığı iki temel sosyal birliktelikten birisi idi. Nitekim, Bahaeddin Ögel, “Türk devlet anlayışının kökleri daha çok aile ile aileden daha büyük olan köy düzenlerinden geliyordu” şeklinde ifade ettiği bu oluşumu, “aileden imparatorluğa” şeklinde sistemleşmiştir.

Sosyologlar ve antropologlar, “evlilik biçimleri” ve “yapı evrimleri” bakımlarından çeşitli aile tipolojileri geliştirmişlerdir. İslâmiyet öncesi Türk ailesi ile ilgili olarak da çok fazla tipoloji tartışması yapılmıştır. Avrupalı sosyologlardan bir kısmı Grenard’ın “Türkistan’da Türk ailesi pederşahîdir” ifadesinde birleşmişlerdir. Bu görüşe karşılık Ziya Gökalp, “hiçbir Türk şubesinde Türk ailesinin pederşahî bir şekilde olmadığını”, ileri sürmüştür.

Ögel ise, Türklerde “ana ailesi” (maderşahî) nin “en ufak izine bile rastlanmadığını” söylemektedir.

“Pederşahî aile” ile “pederî aile” arasında önemli farklılıklar vardır. Çeşitli topluluklarda görülen pederşahî aile, babanın sultasına dayandığı halde; pederî aile, velâyet esasında baba hukukunun hâkim olduğu bir aile tipidir. Pederî ailede baba söz sahibi olmakla birlikte, ananın da aile işlerinde fikri alınmaktadır. Pederî ailede miras ve akrabalık, iki taraflıdır (agnatik ve kognatik); yani hem baba soyunu, hem ana soyunu takip eder.

Gerçekten de Türklerde çok gelişmiş bir “baba ailesi” vardı. Evin ve devletin sahibi ve başı baba idi. Bunun için Dede Korkut Kitabı’nda da evden söz açılınca “atam anam evine dönsem” deniyor ve ev ile ocağın sahibi baba ile ata daha önce anılıyordu. Türkleri esaretten kurtaran ve İkinci Göktürk Devleti’ni kuran İlteriş Kutlug Kağan da şöyle demektedir: “Türk Milleti yok olmasın diye Tanrı tarafından hatunu İl Bilge Hatun ile birlikte tahta çıkarılmıştır”.

Türkçedeki aile ve akrabalıkla ilgili kelime ve kavramların, evlilik sistemi ile ilgili gelenek ve törenin, miras hukukunun, nihayet kadının aile ve sosyal hayattaki statüsünün gösterdiği üzere, “kan akrabalığı esasında” yapı bakımından kuvvetli, gelişmiş bir “baba ailesi” (pederî) biçimde olan Türk ailesinin temeli “dışarıdan evlenme”, (exogamy)ye dayanıyor.

Büyük Hun İmparatorluğu’nda, hakanların kız aldıkları belirli boylar vardı. Aynı gelenek Göktürklerde, Uygurlarda ve Kırgızlarda da görülüyor. Yenisey Kitabeleri’nden birindeki “yatta tünirime adrıldım” (yad eldeki dünürümden ayrıldım) ifadesi de gösteriyor ki, İslamiyet öncesinde Türklerin dünürleri yad el-den oluyordu. Dışarıdan evlenme geleneği Dede Korkut Hikayeleri’nde de açıkça görülmektedir. Meselâ, İç Oğuz Beyi Oruz idi. Baybeyrek ile nişanlısı Banu Çiçek birbirini tanımıyordu. Kazan Bey’in oğlu da “yad kızı helâlime destur versin” diye vasiyet ediyor; Deli Dumrul “yad kızı helâlim var” diyordu.

Birçok Türk lehçesinde yer alan “dünürcü” ile ilgili kelimeler, anne tarafından akrabalık” ifade eden “tay” sözü ve “kalın” gibi müesseseler de, dışarıdan evlenme geleneğini kuvvetli bir şekilde göstermektedir.

Türklerde ölen kardeşin dul kalan zevcesi ile veya çocuksuz üvey anne ile evlenme şekli (leviratus) mevcuttu. Üvey anne ile yapılan evlenmelerde oğullar, kendilerinin doğumundan sonra babası tarafından alınan kadınlarla evlenebilirdi. Türklerde bu geleneğin gayesi; dul kalan kadınları himaye ve onların hayatını garanti altına almak ve aile mülkünün parçalanmasını önlemekti.

Levirat geleneği aynı zamanda “ailenin bölünmezliği” anlayışının bir sonucu olarak da değerlendirilmektedir. Ölen bir kardeşin eşi ile çocukların sahipsiz kalarak, yoksulluk içinde yaşamalarına izin verilmiyordu. Sahipsiz kalan çocukların başlarını alıp gitmesi de onlar için büyük bir kayıp sayılıyordu.

İslâmiyet öncesinde Türk ailesi yapı bakımından “geniş aile” (veya büyük aile) şeklinde değil, “küçük aile” tipinde idi. Eski Türk ailesinin küçük aile olduğu bazı tarihî kayıt ve müşahedelerle belirlenmektedir. Meselâ W. Eberhad, Tabgaç ailesinin böyle olduğunu tespit etmiştir.

Eski Türklerde görülen dışarıdan evlilik (exogamy) ve “küçük aile” yapılanması “tek eşle evlilik”i de (monogamy) beraberinde getirmiştir. Türklerde genellikle tek eşle evlilik görülmektedir. Fakat yaygın olmamakla birlikte “çok eşle evlilik” (poligamy veya taaddüd-ü zevcât) de vardı. Sadri Maksudi Arsal, “eski Türk dilinde çok zevcelilik halini ifade eden bir kelimenin bulunmaması, Türklerde, lisanları yapıldığı zaman çok kadın alma âdetinin mevcut olmadığını gösterir” diyerek, bu geleneğin sonradan oluştuğunu belirtmektedir.

Başta Dede Korkut Hikâyeleri olmak üzere Oğuzlarla ilgili bütün destanlarda, hepsi “beğlerden” olan kahramanların bir tek kadınla evli oldukları görülüyor. Destanlarda, Divanü Lügati’t Türk’te, Kutadgu Bilig’de “kuma” ve “ortak”tan bahis yoktur. Meselâ Beylerbeyi Kazan’ın bile bir tek karısının (“boyu uzun Burla Hatun”) adı geçiyor. X. Yüzyılda Oğuz ülkesini gezen İbn Fazlan, Oğuz Subaşının ve misafir kaldığı bir Oğuzun tek kadınla evli olduğunu görmüştü.

Geç Uygur hukuk belgelerinde ve Oğuz Kağan Destanı’nda görülen “kumalar” ise İslamiyet’le başlamaktadır.

Çok eşli evlilik Türk ailesinde kendine has özellikleri olan bir durumdu. Türkler, ilk kadının rızası ile çocuğu olmaması halinde ikinci bir eşle evlilik yapıyorlardı. Daha çok zenginlerin bir kaç kadınla evlendiği görülüyordu. Fakat Türklerde ilk kadın evde “baş kadın” idi. Her zaman saygıdeğer ve üstün tutulmuştur.

Meselâ Göktürklerde, hakanlık tahtına sadece birinci kadınların çocukları çıkabilmişlerdir. Orta Asya’da Kırgızlar ilk kadına “ev sahibesi” anlamına gelen “Bay-Biçe” diyorlardı. Bir Kırgız atasözünde “evin birinci sahibi (erkek olarak) eve doğar, ikincisi de Bay-Biçe olarak dışarıdan gelir” ifadesiyle ilk kadının statüsü vurgulanmaktadır.

Kaşgarlı Mahmut, birinci kadının “oglagu hatun” yani “doğuran ve doğurduğu iyi olan hatun” olarak tanımlamıştır. Dede Korkut’ta, “başım tahtı, evim bahtı, kadınım, direğim, dölüğüm” diye anılan kadınlar da evde, ya “baş kadın” veyahut “tek kadınlar” olmalıdır.

TÜRK AİLESINDE BABA

Türklerde eskiden babaya, “kang” derlerdi. Göktürk Kitabeleri’nde Kültigin babası İlteriş Kağan’ın devleti kuruşunu anlatırken, “kangım kağan yit yegirmi, erin taşıkmış taşra” (babam kağan on yedi adamla başkaldırmış) diyor.

Aynı babanın oğullarına “kangdaş” üvey kardeşler için ise, “kangsık” deniyordu.

Türkçede baba anlamına gelen “kang” sözü, akrabalık ifade eden “ka” sesi ile başlamaktadır. Bu sesle başlayan çok ayıda akrabalık ismi, eskiden olduğu gibi, bugün de yaygın olarak kullanılmaktadır (kardeş, kayın vb.).

XI. yüzyıldan sonra Türkler babaya “ata” demeye başladılar. Eski Türkler de bugün bizim ana-baba söyleyişimiz gibi, anayı öne alarak “öğ ve kang” diyorlardı.

Anadolu’da babaya “ece, izi, ede, eye” denilmektedir. Bu Anadolu sözleri de en eski Türklerdeki ”eşi, içi, ige” gibi deyişlerden başka bir şey değildir. Bunlar daha çok “evin büyüğü ve sahibi” için söylenirdi. Evin büyüğü için bazı Türkler ise, “ot ağası”, yani “ateş ve ocağın ağası, sahibi” demişlerdir.

“Ataç”, en eski Türklerde hem “babacığım” hem de “babasına çeken oğlan” demekti. Çünkü Türkler babadan oğula doğuştan, çok şeyler geçtiğine inanıyorlardı.

Nitekim “ata oğlu ataç doğar” (babasının oğlu babasına benzeyerek doğar) atasözü, bu inanışın bir ifadesiydi. Yine, “ata orunu, oğulka kalır”, (babanın yeri ve şerefi de oğluna kalır) deniyordu. Türk anlayışına göre oğlu yetiştirmek babanın, kızı yetiştirmek ise annenin vazifesi idi.

Ana-babaya saygı eski Türklerde olduğu gibi Selçuklular çağında da çok kuvvetliydi. Meselâ oğlu Aya, Selçuklu Sultanı Alp Arslan’ın verdiği altın kesesini almak için, babasının yanına dizleri üstünde gidiyordu.

“Baba hakkı”, yani “atalık”, Türklerde sonsuz bir hak değildi. Mete ve Oğuz Kağan töreye karşı geldikleri için babalarını bile öldürebiliyorlardı. Baba oğlunu evlendirmek zorunda idi. Baba bu vazifesini yerine getirmez ise, oğlan “kalın” veya “başlık” parasını zorla babasından alabilirdi. Halk ve beyler bunu normal karşılardı.

TÜRK AİLESINDE ANNE

Eski Türklerde anneye “ög” derlerdi. Bugünkü “ögsüz” de buradan gelmektedir. Kültigin, kitabelerde Göktürk Devleti’nin kuruluşunu anlatırken; “Türük bodun yok bolmazun tiyin, bodun bolçun tiyin kangım İlteriş Kaganıg, öğüm İlbilge Katunug Tengri töpüsinte tutup yügerü kötürmiş...” (Türk milleti yok olmasın, bir millet olsun diye, babam İl-Teriş Kağan ile annem İl-Bilge Hatun’u Tanrı tepelerinden tutmuş ve (insanoğullarının) üstüne çıkarmış diyordu. Kitabeler’den Kültigin’in “ögsüz” anasız adında bir atı olduğunu da öğreniyoruz. İlk defa Altay Dağları’nın kuzeylerinde Göktürk yazılarıyla yazılmış Kemçik Yazıtı’nda görülen anne (ög) sözü, Uygur çağında da “ög” (anne) şeklindedir. (Meselâ, “öglüg” anneli, anneli olan; “ögsüz” annesiz.)

YARIN: BABADAN SONRA AİLEYİ ANNE TEMSİL EDERDİ