SORULARLA ATATÜRK’ÜN MANEVİ DÜNYASI VE İSLAM’A HİZMETLERİ -9-

Cumhuriyet öncesinde Türk toplumu cuma hutbelerinde okunan metinlerin anlamını bilmiyordu. Sadece bunları ibadet niyetiyle, anlamadan dinlemekle yetiniyordu. Oysa Atatürk’e göre hutbelerin okunmasından maksat, cuma namazına gelen Müslümanların, “İslam’ın umumuna ait meseleleri hakkında dertleşmesidir.”

ATATÜRK, zaman zaman çevresindeki insanlarla cuma namazı sırasında okunan hutbelerin anlaşılıp anlaşılamadığını konuşmuştur. Bunlardan birisi de Konya’da görüştüğü Hacı Hüseyin Ağa arasında şöyle bir konuşma geçer: “Atatürk Hacı Hüseyin Ağa’ya sorar: - Hutbeden ne anlıyorsun Hacı? Doğru söyle! - Ne anlayayım oğlum; okuyorlar, biz de dinliyoruz. Ben cahil adamım. Tabi anlayan anlar. Sizler anlarsınız. - Ben de anlayamıyorum. -Nasıl anlamazsın? Geçenlerde, ‘Elham’ın, ‘Kulhü’nün manasını bana verdin. O günden beri düşündükçe hep ağlarım. İki üç gün önce hocalara gittim. Onlara dedim ki, haydi bakalım… Düşün önüme! Sizi Paşa’ya imtihan ettireceğim. Bak korkularından yanına yanaşamadılar, gelemediler.”

Atatürk’ün halkla yapmış olduğu bu konuşmadan anlaşıldığına göre, cumhuriyet öncesinde Türk toplumu cuma hutbelerinde okunan metinlerin anlamını bilmiyordu. Sadece bunları ibadet niyetiyle, anlamadan dinlemekle yetiniyordu. Oysa Atatürk’e göre hutbelerin okunmasından maksat, cuma namazına gelen Müslümanların, “İslam’ın umumuna ait meseleleri hakkında dertleşmesidir.” Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar, ibadetlerin yapıldığı camilerde, mescitlerde hutbede verilen bilgiler Arapçaydı. Bütün Türk toplumu tarafından bu durum açıkça fark edilmesine rağmen herhangi bir düzenlemeye gidilmemişti. Bu konuda yazılmış, konuşulmuş fakat bunlar uygulamaya konulamamıştır. Atatürk ise, Türk milleti daha iyi anlasın diye, hutbelerin öğüt ve nasihatlerden oluşan bölümünü Türkçeleştirmiştir. Bu durum aşağıda ayrıntılı bir şekilde ortaya konulacaktır. Atatürk, baştan beri o döneme kadar Arapça olan hutbelerin dilinin Türkçe olması ve hutbelerin içeriğinin işlevsel olması gerektiği konusunda ciddi bir hassasiyet göstermiştir. Değişik zamanlarda yaptığı konuşmalarda bu konuyu vurgulamıştır.

Atatürk’ün hutbenin Türkçeleştirilmesi ile ilgili gayretlerinin temelinde, hem İslam’ın Türk milleti tarafından anlaşılmasının sağlanması, hem de hutbelerle halkın aydınlatılması düşüncesi vardı. Mustafa Kemal Paşa, 1 Mart 1922’de Meclisin 3. Toplantı Yılı’nı açarken; Şeriye Vekaleti’nin hizmetlerini değerlendirirken şunları söylüyor: “Umur-u Şeriye Vekâletimizin bir senelik mesaisini kemal-i ehemmiyetle tetkik ettim. Muhassalayı şayan-ı takdir buldum. Teşekkür ve tebrik ederim. Umur-u Şeriye’nin temşiyeti (yürütmesi) hakkında nokta-i nazar serdine esasen mahal yoktur. Çünkü bu husus nusus-u Kur’aniye (Kur’an hükümleri) ile hâsıldır. Yalnız vârid-i hâtır olan (aklıma gelen) bir noktayı söylemeden geçmeyeceğim: Efendiler! Camilerin mukaddes minberleri halkın ruhanî, ahlâkî gıdalarına en âli, en feyyaz menbalardır (kaynaklardır). Binaenaleyh camilerin ve mescitlerin minberlerinden halkı tenvir (aydınlatacak) ve irşat edecek (doğru yolu gösterecek) kıymetli hutbelerin muhteviyatına halkça ittilâ (ulaşılması) imkânını temin, Şeriye Vekâleti celilesinin mühim bir vazifesidir (şiddetli alkışlar, bravo sadaları). Minberlerden halkın anlayabileceği lisanla ruh ve dimağa hitap olunmakla ehl-i İslâm’ın vücudu canlanır, dimağı saflanır, imanı kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur (alkışlar). Fakat buna nazaran huteba-i kiramın (şerefli hatiplerin) haiz olmaları lâzım gelen evsaf-ı ilmiye (ilmi vasıflar), liyakat-ı mahsusa (özel ehliyet) ve ahval-i âleme (dünyanın durumuna) vukuf haiz-i ehemmiyettir. Bütün vâiz ve hatiplerin bu ümniyeye (istek ve arzuya) hadim olacak (hizmet edecek) surette yetiştirilmesine Şeriye Vekâletinin sarf-ı mukderet (güç sarfetmek) edeceğini ümit ederim.” diyerek bu konuda atacağı adımların sinyalini vermiştir.

Zağnos Paşa Camii’ndeki hutbede neler söyledi?
Atatürk 7 Şubat 1923 günü öğle vakti namazını kalabalık bir cemaatle Balıkesir Zağnos Paşa Camii’nde kılmıştır. Namazdan sonra mevlit okunmuş ve İstiklâl Savaşı şehitleri anılmıştır. O sırada Atatürk, caminin minberinde hutbenin Türkçeleşmesi hakkında örnek bir hutbe irat etmiştir. Atatürk’ün hutbesinde, Allah’ın bir ve büyük olduğunu, Peygamberimizin Allah tarafından İslam’ı insanlığa tebliğ etmek üzere görevlendirildiğini ve onun elçisi olduğunu, dinimizin son din olduğunu, camilerin taat ve ibadetin yanında din ve dünya işlerinin görüşülerek meşveret edilecek yerler olduğu gibi konuları işlemiştir. Atatürk’ün hutbesi şu şekildedir:

“Ey millet, Allah birdir. Şanı büyüktür. Allah’ın selâmeti, âtifeti (sevgisi) ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz hazretleri, Cenab-ı Hak tarafından insanlara hakayık- ı diniyeyi (dini gerçekleri) tebliğe memur ve resul (peygamber, elçi) olmuştur. Kanun-u esasisi, (esas kanunu) cümlemizce malûmdur ki, Kur’an-ı azimüşandaki nusustur (naslardır). İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. Ekmel (mükemmel) dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, hakikata tamamen tevafuk (uygun) ve tetabuk (uyumlu) ediyor. Eğer akla, mantığa ve hakikata tevafuk etmemiş (uygun olmamış) olsaydı, bununla diğer kavanin-i tabiiye-i ilâhiye beyninde (ilahi tabiat kanunları arasında) tezat olması icabederdi. Çünkü bilcümle kavanin-i kevniyeyi (kâinatla ilgili kanunları) yapan Cenab-ı Haktır.

Arkadaşlar; Cenab-ı Peygamber mesaisinde iki dara, iki haneye (eve) malik bulunuyordu. Biri kendi hanesi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini, Allah’ın evinde yapardı. Hazreti Peygamberin isr-i mübarekelerine (mübarek yoluna) iktifaen bu dakikada milletimize; milletimizin hal ve istikbaline ait hususatı görüşmek maksadıyla bu dar-ı kutside (kutsal evde, mekânda) Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. Beni buna mazhar eden Balıkesir’in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu vesile ile büyük bir sevaba nail olacağımı ümit ediyorum. Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler taat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lâzım geldiğini düşünmek yani meşveret (danışmak, konuşmak) için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihni başlı başına faaliyette bulunmak elzemdir, işte biz de burada din ve dünya için, istikbal ve istiklâlimiz için, bilhassa hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerinizi anlamak istiyorum. Âmâl-i milliye (milli emeller), irade-i milliye (milli irade) yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, bilumum efrad-ı milletin (millet fertlerinin) arzularının, emellerinin muhassalasından (toplamından) ibarettir. Binaenaleyh benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim.”

Müşarünileyh (Atatürk) badehu (daha sonra) minberden aşağıya inmişler ve muhtelif zevat (çeşitli kişiler) tarafından irat edilen yirmiyi mütecaviz (aşkın) suali tespit ettikten sonra cevaplarını vermişlerdir. Hutbeler hakkındaki ilk suale cevaben demişlerdir ki: “Hutbeler hakkında irad edilen (sorulan) sualden anlıyorum ki, bugünkü hutbelerin tarzı, milletimizin hissiyat-ı fikriyesi ve lisan (düşünce, duygu ve dil) ile ve ihtiyacat-ı medeniye (medeni ihtiyaçlar) ile mütenasip (uyumlu) görülmemektedir. Efendiler, hutbe demek insanlara hitabetmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur. Hutbe denildiği zaman bundan bir takım mefhum ve manalar istihraç edilmemelidir (çıkarılmamalıdır). Hutbeyi irat eden (söyleyen) hatiptir. Yani söz söyleyen demektir. Biliyoruz ki, Hazreti peygamber zaman-ı saadetlerinde (kutlu zamanında) hutbeyi kendisi irad ederlerdi. Gerek Peygamber Efendimiz ve gerek Hulefa-yı Raşidin (dört halife) hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, gerek Peygamberin, gerek Hulefa-yı Raşidinin söylediği şeyler o günün meseleleridir, o günün askerî, idarî, malî ve siyasî, içtimaî (toplumsal) hususatıdır.

Ümmet-i İslamiye tekessür (çoğalmaya) ve memalik-i İslamiye (İslam ülkeleri) tevessüa (genişlemeye) başlayınca, Cenabı Peygamberin ve Hulefa-yı Raşidinin hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin irat etmelerine imkân kalmadığından halka söylemek istedikleri şeyleri iblâğa (tebliğ etmeye, bildirmeye) bir takım zevatı memur etmişlerdir. Bunlar herhalde en büyük rüesâ idi. Onlar camii şerifte ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı tenvir (aydınlatmak) ve irşat (doğru yolu göstermek) için ne söylemek lazımsa söylerlerdi. Bu tarzın devam edebilmesi için bir şart lâzımdı. O da milletin reisi olan zatın halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmaması! Halkı ahval-i umumiyeden (genel durumdan) haberdar etmek son derecede haiz-i ehemmiyettir (önemlidir). Çünkü her şey açık söylendiği zaman halkın dimağı, hal-i faaliyette (durum hakkında faaliyette) bulunacak, iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir. Ancak millete ait olan işleri milletten gizli ettiler. Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir lisanda olması ve onların da bugünkü icabat (gerekler) ve ihtiyaçlarımıza temas etmemesi, Halife ve Padişah namını taşıyan müstebitlerin arkasından köle gibi gitmeye mecbur etmek içindi. Hutbeden maksat ahalinin tenvir (aydınlatılması) ve irşadıdır, başka şey değildir. Yüz, iki yüz, hattâ bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları cehl (cahillik) ve gaflet (vurdumduymazlık) içinde bırakmak demektir. Hutebanın (hatiplerin) herhalde nâsın (halkın) kullandığı lisanla görüşmesi elzemdir (çok lazımdır).

Geçen sene Millet Meclisi’nde irat ettiğim bir nutukta demiştim ki, minberler halkın dimağları, vicdanları için bir menba-ı feyiz (aydınlanma kaynağı), bir menba-ı nur (ışık kaynağı) olmuştur! Böyle olabilmek için minberlerden aksedecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve hakayik-i fenniye ve ilmiyeye (ilmi ve fenni gerçeklere) mutabık (uygun) olması lâzımdır. Huteba-yı kiramın (şerefli hatiplerin) ahval-i siyasiye, ahval-i içtimaiye ve medeniyeyi her gün takip etmeleri zaruridir. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış telkinat verilmiş olur. Binaenaleyh hutbeler tamamen Türkçe ve icabat-ı zamana (zamanın gereklerine) muvafık (uygun) olmalıdır. Ve olacaktır…”

Yarın: “Türkçe Hutbeler” kitabı neden ve nasıl hazırlandı?

CUMA NAMAZININ İŞLEVLERİ KONUSUNDA NELER SÖYLEMİŞTİR?

Atatürk, cuma namazının işlevlerini değerlendirirken, onun daha çok sosyal hayat üzerindeki düzenleyici rolüne işaret etmiştir. Cuma namazının sadece ruhani âlemde değil, maddi yaşamda da önemli işlevleri olduğuna dikkat çekmiştir. Müslümanların cuma namazlarında bir araya gelmelerinin, sosyal hayattaki meseleler hakkında konuşmak için fırsat yarattığını düşünmüştür: “Cuma namazından maksat, herkesin dükkânlarını kapatarak, işlerini bırakarak bir arada toplanmaları ve İslam’ın umuma ait meseleleri hakkında dertleşmeleridir.”