Bilmek, sinemde yüktür


“İnsan bildikçe ağırlaşır yükü. Bilmek yüktür,” demişler… Gerçekten de öyle. Bilmek, insana vebal yükler; sorumluluk getirir, kaygıyı artırır. Maksim Gorki’nin “Ne kadar az bilirsen, o kadar iyi uyursun.” sözü bu yüzden anlamlıdır; çünkü yükü az olanın uykusu huzurlu olur.
Bilenin ve bilmenin kavgasını verenin uykusu ise hep bölünür, hep dağılır… Kimi zaman o uyku bir kâbustur. Peyami Safa’nın dediği gibi: “Bilmek her zaman iyi değildir; tahammül edilemeyen hakikatler vardır.”
Bilen insan sorgular, yargılar; çünkü ortada gerçekler vardır. Bilmeyenin ise böyle bir derdi yoktur. Ya da menfaatleri uğruna üç maymunu oynayanların…
Bir mağarada dünyayla tüm bağını koparmış bir insanla, kalabalıkların ortasında, toplumun içinde var olmaya çalışan bir insanın bilme yükü bir olur mu hiç?
İnsan dostluğu, kardeşliği, sevgiyi, saygıyı, vefayı yaşadıkça anlar. Bunların kıymetini de karakteri ölçüsünde bilir ve değer biçer. Yine aynı şekilde düşmanlığı, alçaklığı, kalleşliği, vefasızlığı, ihaneti, nankörlüğü de yaşadıklarıyla öğrenmez mi?
Öğrenir, hem de nasıl…
Hem de öğretirler… Hem dost hem düşman olanlar… Bir de pusuya yatanlar…
Günümüzün en büyük meselesi, değerler mezarlığı değil mi? Suyunda, ekmeğinde, aşında pay sahibi olduklarımız; gözümüzün önünde sadakati, vefayı, edebi, adabı, fazileti, erdemi, insanlığı toprağa şeytanca gömmüyor mu?
Mezarcı kılıklılar dünlerde “Durumu malum,” diyerek; güncelleme sürümünde de “Haber bekleyin,” diye sinyal göndererek, bizi biz yapan tüm değerleri öldürmedi mi? “Ömrüne bereket” diyemeden mezar kazanlar, mezarın yanında kazma ve kürekle poz verenler… Oysa tek gömülecek olan, çürümüş bir cesede dönmüş kendi karakterleri değil miydi? Ne diyelim? Yere batsın (!) şan, şöhret, makam, para, pul azgınlıklarınız…
Anlatacak çok şey var da… Neyse (!)
“Allah büyüktür,” derken yüreğimiz titredi. Gözümüzden değil, kalbimizden damladı gözyaşları…
Ne güzel teslimiyet ne güzel teselli cümlesidir “Allah büyüktür.”.
Yorgun yüreklere de yeter, suskun yüreklere de…
Yorgun yüreğimiz ve titreyen sesimizle dost var, düşman var diye adeta mırıldandık:
“Çanakkale içinde vurdular beni,
Ölmeden mezara koydular beni.”
Gözünle görüyorsun, kulağınla duyuyorsun, yüreğinle hissediyorsun… İşte bu yüzden yaşadıklarımızdan ve bize yaşatılanlardan gönlümüz buruk ama “bir bilen” edasındayız artık. Tanıdıkça biliyoruz; bildikçe daha derinden tanıyoruz. Ve bu yüzden “Bilmek, sinemde yüktür.” cümlesi hem yüreğimize hem de boğazımıza düğüm oluyor. Bilmesi gerekenin bildiğini bilmek ise başka bir acı veriyor insana.
Peki, çok şey bilip de susmak zorunda kalanlar?
Ya gördüğü alçaklığı, kalleşliği, kahpeliği içine gömenler?
Bazen bilmek, bir tür yalnızlıktır. Zaten asıl bilen, yalnızlar ordusunun sığındığı gönül ve dava limanı değil mi?
Çoğu zaman bilmek, konuşamamaktır. Bazen de karşındaki zavallılara rol yapmaktır… Onlar da kendi küçük oyunlarında, kendi figüran rollerini oynamıyor mu zaten? Çünkü her doğrunun hayata geçeceği bir zaman ve bunun bir de bedeli vardır.
Her bilme hâli, beraberinde bir tercih getirir:
Ya bir mağarada yaşayan misali görmezden gelip huzuru seçersin ya da bildiğinle insanların arasında, beynine ve yüreğine yüklenmiş sorumluluklarla yaşamayı göze alırsın.
Ben artık biliyorum ki, hakikat çoğu zaman rahat uyutmuyor. Eğer ki uykusuzluk bir bedelse, en azından vefa, sadakat ve hakikat adına boşuna değildir…
Hevesimiz mi?
Çürüyen bu toplumda, bozulan bu atmosferde, değerler mezarlığına dönmüş günümüzde pek kalmadı. Yaşıyoruz işte öylesine… Hiç yaşanmasaydı dediğimiz yıllara inat…
Hem şükürle, hem duayla, hem de bilmenin hayretiyle…
Karşılık beklemeyen ve ispatlanmış bir sadakatle…
Eksilmeyen ve çelikleşmiş bir vefayla…
Allah’a ve iki evladım üzerine ettiğim yeminlere sadık kalmak temennisiyle…
Dostumuza da düşmanımıza da hiç karakterimizi, şerefimizi sorgulatacak yalan söylemedik.
Ama rolünde dost, özünde şeytan modeli olan; karakterini ve şerefini sorgulatan çok insan gördük!
Rus yazar da “bilmekten” bahsederken ne diyordu?
“Yalan söylediklerini biliyoruz.
Yalan söylediklerini biliyorlar.
Yalan söylediklerini bildiğimizi biliyorlar.
Yalan söylediklerini bildiğimizi bildiklerini biliyoruz.
Ama hâlâ yalan söylüyorlar.”
Velhasıl işin özeti şu ki:
Herkes herkesi tanıyor.
Şimdi, herkesin herkese rol oynama zamanı…
Ama bazıları rolünde çok acemi.
Hey, size diyorum!
Yıllardır aynı oyunu sahneleyip üzerine bir gram tecrübe koyamayanlar…
Sahnede defalarca açık verip hâlâ rol kesmeye çalışanlar…
Buyurun, tiyatronuzda hepinize kolay gelsin.
Biz mi?
Bizim “özgüven” değil, Allah’a güvenimiz var.
Ve bu, her şeyden daha sağlam bir dayanak.
Velhasıl Allah büyüktür.