İİT sınavda: Sadece toplantı yetmez
25 Eylül 1969’da kurulan İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), bugün 57 üye ülkeyle İslam dünyasının ortak sesi olma iddiasını taşımaktadır. Teşkilatın kuruluş amacı; üye devletler arasında dayanışma ve iş birliğini güçlendirmek, İslam coğrafyasının hak ve çıkarlarını korumaktır. Ancak bu misyon, yalnızca diplomatik metinlerle değil, somut ve cesur adımlarla anlam kazanmalıdır.
Bugün gönül coğrafyamızda kan ve gözyaşı dinmiyor. Gazze’de başlayan vahşet, artık Lübnan’a, Suriye’ye, Yemen’e ve son olarak İran’a kadar yayılmış durumda. İsrail’in yürüttüğü bu sistematik devlet terörü, Batılı ülkelerin sınırsız desteğiyle sürüyor. Buna karşın Müslüman liderlerin çoğu ya sessiz ya da tepkisiz.
13 Haziran’dan bu yana İsrail'in saldırgan politikaları doğrudan İran’ı hedef almış durumda. İran’ın, halkını savunmak amacıyla aldığı tedbirler, uluslararası hukuk ve nefsi müdafaa hakkı çerçevesinde meşrudur. Hiçbir ülke, topraklarına ve halkına yönelik tehditler karşısında sessiz kalamaz, kalmamalıdır.
İsrail’in amacı artık açık: Bölgesel bir barış ortamı kurmak değil, savaşın ateşini tüm Ortadoğu’ya yaymak. Netanyahu ve temsil ettiği siyonist zihniyet, yalnızca Filistin’i değil; Şam’ı, Bağdat’ı, Tahran’ı, Kahire’yi ve hatta Ankara’yı tehdit ediyor. Ama unuttukları bir şey var: Komşularının güvenliğini yok sayarak kendi güvenliğini inşa edemezsin. Terörle, haydutlukla kurulan düzenler uzun sürmez. Evdeki hesap, çarşıya uymaz. Gün gelir, kaçacak yer de kalmaz.
Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da gerçekleştirilen İslam İşbirliği Teşkilatı Dışişleri Bakanları Konseyi’nin 51. toplantısı, "Acaba bu karanlık tabloyu değiştirmek için bir fırsat olabilir mi?" sorusunu akıllara getiriyor. İnsan, ister istemez böyle bir beklentiye kapılıyor. Ancak ne yazık ki her yeni toplantı, umutların tazelendiği fakat çoğu zaman sonuçsuz kalan diplomatik çabaların bir halkası olarak hafızalarda yer ediyor.
Bu toplantının da kaderi, ilk başta aynı akıbeti paylaşacak gibi görünüyordu. Çünkü ne yazık ki İslam ülkelerinin çoğu, kendi iç meselelerine gömülmüş durumda. Ortak bir irade, güçlü ve sürdürülebilir bir birliktelik sağlanamıyor. Her ülkenin farklı öncelikleri, farklı çıkar hesapları var. Bu nedenle alınan kararlar genellikle ya uygulanamıyor ya da siyasi söylem düzeyinde kalıyor.
Ancak bu kez dikkat çeken bir fark vardı: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın toplantıda yaptığı konuşma. Erdoğan’ın mesajı, alışıldık diplomatik kalıplarının ötesinde net ve güçlüydü. “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem” söylemi çerçevesinde küresel vicdanı ayağa kaldıran bir tutum sergiledi. Cumhurbaşkanı Erdoğan: “Kardeş demek, kaderdaş demektir.” İstanbul’un kaderi, Kudüs’ten; Şam’dan, Kahire’den, Tahran’dan, Sana’dan ayrı değildir. Türk, Kürt, Arap, Fars; Sünni, Şii, Alevi; Afrikalı, Asyalı, Latin Amerikalı, Avrupalı… Tüm Müslümanlar, aynı kıbleye yöneldiği gibi, aynı acılara da ortaktır. Artık etnik, mezhepsel farklılıkları bir kenara bırakma ve ortak değerlerde birleşme zamanıdır.
Bugün 2 milyarlık İslam alemi, 15 milyonluk Yahudi nüfusun temsilcisi olan Siyonist İsrail’in uyguladığı zulme karşı tek ses olamıyorsa, bunun nedeni dışarıda değil, içeridedir. Müslümanlar kendi sorunlarının çözümünü Hristiyan ya da ateistlerden beklememelidir. ABD’den, Avrupa’dan, Çin’den ve hatta Rusya’dan “bu zulme dur deyin” diye medet ummak, aslında çaresizliğin değil, inanç ve irade zayıflığının bir göstergesidir.
İslam ülkeleri artık şunu görmelidir: Kimi başkentlerde Batılı ağababaların emirlerini bekleyen yöneticiler yerine, İslam birliğinin sancaktarlığını tarih boyunca yapan Türkiye’nin izinden gidilmelidir. Türkiye’nin öncülüğünde kurulacak gerçek bir dayanışma, İslam dünyasını yeniden şanlı ve onurlu günlerine taşıyacaktır.
Bugün Gazze için, Kudüs için, İslam Dünyasının onuru için artık sessiz kalma değil, ses verme zamanıdır. İslam İşbirliği Teşkilatı, sadece bir diplomasi kulübü değil, bir irade ve vicdan mekanizması olmalıdır. Çünkü kardeşlik yetmez; artık kader ortaklığı şarttır.