Türkiye’nin milli savunma teknolojisine düşmanlık
İsrail’in İran’a yönelik hukuksuz saldırıları, İran’ın buna verdiği misillemeler ve ardından ABD’nin İran’a dönük son hamleleri, dünya kamuoyunun dikkatini yeniden “Hangi ülkenin elinde ne tür silahlar var?” sorusuna çevirmiştir. ABD ve İsrail, her zamanki gibi kendilerini “dünya jandarması” konumuna yerleştirerek, “İran’ın elinde nükleer silah var” bahanesiyle uluslararası hukuku hiçe sayan saldırılarını meşrulaştırma çabasına girmektedir. Oysa bu iki ülkenin öncülüğünde şekillenen küresel düzen, dünyaya barış değil; savaş, kaos ve istikrarsızlık getiren bir sistem üretmektedir.
İran’ın nükleer silah geliştirme ihtimali bile ABD için müdahale sebebiyken, İsrail’in halihazırda sahip olduğu nükleer cephane karşısında neden benzer bir tepki verilmemektedir?
Trump’ın “İran’da nükleer silah görmek istemiyoruz ve bunun için adım atıyoruz” açıklaması, neden İsrail’e karşı aynı tutarlılıkla uygulanmamaktadır?
ABD Başkanı Trump, İran’a yönelik saldırı sonrası yaptığı açıklamada, “Büyük Amerikan savaşçılarımızı tebrik ediyoruz. Dünyada bunu yapabilecek başka bir ordu yoktur. Şimdi barış zamanı!” ifadelerini kullanmıştır. Ancak İsrail, Gazze’de iki yılı aşkın süredir çocukları, sivilleri hedef alan vahşetini sürdürürken, neden kimse “Şimdi barış zamanı!” diyerek bu katliamı durdurmamaktadır? ABD’nin bu çifte standardı, tarih boyunca sayısız örnekle sabittir.
Ne yazık ki bugün, adaletin değil gücün hâkim olduğu; hakkın değil menfaatin belirleyici olduğu bir dünya düzeniyle karşı karşıyayız. Sayın Devlet Bahçeli’nin de vurguladığı gibi, “Gücü yeten yetene” anlayışının egemen olduğu, “haklının güçsüz, güçlünün haksız” konumuna itildiği çarpık bir uluslararası sistem içinde yaşamaktayız. Bu tablo, mevcut küresel düzenin ne denli adaletsiz ve dengesiz bir yapıya sahip olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Tam da bu noktada, yazımın başında vurguladığım “Hangi ülkenin elinde ne tür silahlar var?” sorgusuna yeniden dönmek istiyorum. Ancak bu tartışmaya geçmeden önce, Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı Vahap Seçer’in, geçtiğimiz yıllarda Türkiye’nin millî savunma teknolojilerinde yerlilik oranını artırma ve savunmada bağımsızlık hedeflerine yönelik çabaları eleştiren şu sözlerini hatırlamak yerinde olacaktır:
“Vizyona bakın. Gözlerim yaşardı. İkinci yüzyıl vizyonu; tank, top, İHA, SİHA, vur kır, öldür, kahramanlık türküleri… Cumhuriyet bunun için kurulmadı. Cumhuriyet, bir medeniyet projesidir. Barış projesidir. Demokrasi projesidir. Eğitim, çağdaşlık projesidir. Onun için kuruldu. Ülkemin geldiği duruma üzülmemek mümkün değil.”
Bu açıklama, Cumhuriyetin hangi idealler üzerine kurulduğunu tek yönlü yorumlayan, ancak onu ayakta tutan temel unsurlardan biri olan güçlü ve bağımsız bir savunma anlayışını göz ardı eden bir bakış açısını yansıtmaktadır. Oysa Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyetin kuruluş sürecini ve bu uğurda verilen fedakârlıkları anlatırken şöyle der:
“Bu sahada akan Türk kanları, bu semada pervaz eden şehit ruhları devlet ve Cumhuriyetimizin ebedî muhafızlarıdır.”
Bu sözler, Cumhuriyetin sadece eğitim, barış ve çağdaşlaşma değil; aynı zamanda bağımsızlık ve güvenlik temelinde inşa edildiğini açıkça ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, Cumhuriyetin nasıl kurulduğunu ve nasıl korunacağını göz ardı ederek yapılan bu tür açıklamalar, CHP merkezli ve ona bağlı muhalefet çizgisinin karakteristik bir yansımasıdır. Zira bu çizgi, daha önce de defalarca millî savunma yatırımlarını küçümseyen, Türkiye’nin savunma kapasitesini artırma çabalarını itibarsızlaştırmaya çalışan veya bu yönde atılan adımları gereksiz gören söylemlerle kamuoyunun karşısına çıkmıştır.
Oysa Türkiye, ulusal güvenliğini önceleyen, dışa bağımlılığı azaltan ve caydırıcılığı artıran bağımsız bir savunma politikası geliştirme kararlılığındadır. Bu yaklaşımın en somut örneklerinden biri, Rusya’dan tedarik edilen S-400 hava savunma sistemidir. İngiliz The Economist dergisi bu sistemi, “şu anda üretilmiş en iyi hava savunma sistemlerinden biri” olarak nitelendirmiştir. Türkiye bu alımla, hava sahasını olası tehditlere karşı daha etkin korumayı, bölgesel caydırıcılığını artırmayı ve uzun vadede stratejik savunma bağımsızlığını güçlendirmeyi hedeflemiştir.
Bu bağlamda, dönemin CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun o günlerdeki açıklamaları dikkat çekicidir:
“Nitekim gittiler S-400 aldılar. Şu soruyu sordum: Kime karşı kullanacaksınız? Yunanistan’a karşı mı? NATO ittifakı içinde. Suriye’ye karşı mı? Orada da güçlü Ruslar var. İran’a karşı mı? Kasr-ı Şirin’den bu yana aramızda bir sorun çıkmamış. Kime karşı kullanacaksınız? Rusya’ya karşı mı? Zaten silahı size veren o. Niye aldınız, neyin bedeli olarak aldınız, neyin bedelini ödediniz?”
Dönemin İP Genel Başkanı Meral Akşener de benzer bir çizgide ilerlemiştir. O dönemde yaptığı açıklamada:
“Mesela benim bir bilgim var S-400’lerle ilgili. Bir duyum şeklinde. Umarım doğru değildir. Bir güvensizlik neticesinde sarayın korunması için alındığına dair bir duyum aldım. Umarım doğru değildir.” şeklinde bir ifadeyle tartışma yaratmış; ardından da, “Kendisini kırılgan hâle getiren S-400'lerden acilen kurtulmalı” diyerek Türkiye’nin savunma stratejisini gölgede bırakmaya çalışan bir çağrıda bulunmuştur.
Muhalefetin, bölgesel ve küresel ölçekte yaşanan gelişmeleri sağlıklı okuyamayan, stratejik vizyondan yoksun ve çoğu zaman popülist söylemlerle hareket eden birçok açıklaması bulunmaktadır. Bu durum yalnızca S-400 hava savunma sistemiyle sınırlı değildir. Türkiye’nin yerli ve millî savunma teknolojilerine yönelik attığı adımlar — başta İHA ve SİHA üretimi olmak üzere — sıkça haksız ve mesnetsiz eleştirilerle karşılık bulmuştur.
Oysa bu platformlar yalnızca askeri kabiliyetlerimizi artırmakla kalmamış, aynı zamanda Türkiye’nin teknoloji üretme ve ihraç etme potansiyelini de göstermiştir. Ancak muhalefet, bu başarıları desteklemek yerine, neredeyse refleks hâline gelmiş şekilde karşı durmayı tercih etmiştir. Eleştiriler çoğu zaman yapıcı olmaktan uzak; karalayıcı, küçümseyici ve moral bozucu nitelikte olmuştur.
Bir gün olsun, “Bu ilk adım, zamanla daha iyisini yapacağız” ya da “Eksikleri varsa birlikte giderelim” diyerek milli çabalara katkı sunma yönünde bir duruş sergilememişlerdir. Tam tersine, yapılan her savunma sanayi hamlesini küçümsemiş, kimi zaman itibarsızlaştırmaya çalışmışlardır. Bu yaklaşım, eleştiriden çok, ideolojik bir saplantıya dönüşmüş; Türkiye’nin savunma kapasitesini geliştirme kararlılığına gölge düşürmeyi amaçlayan bir siyasi pozisyon olarak şekillenmiştir.
Şimdi bu zihniyet ABD-İsrail-İran arasındaki savaş hali üzerinden Türkiye’nin savunma sistemlerini kıyaslayarak hükümeti eleştirmeye çalışıyor. Türkiye’ye bir savaş açsalar safı ABD, İsrail, İran olacak adamlar, bugün sözde Türkiye’yi düşünüyormuş gibi ahkâm kesiyorlar. Oysa milli savunma alanında güçlendikçe sinir sistemleri bozulan bunlardan başkası değildi.
Türkiye savaşın kol gezdiği bir bölgede yaşamaktadır. ABD ve İsrail’in Türkiye düşmanlıklarını geçtik yeri geliyor İran bile çeşitli konularda Türkiye’ye düşmanlıklar sergilemektedir. Kimin dost, kimin düşman olduğu bilinmeyen coğrafyamızda milli savunma gücümüz her alanda güçlü olmalıdır. “Milli savunmaya niye bu kadar bütçe ayırıyorsunuz?” diyen kim varsa emin olun düşmanın menfaatleri için Truva atı olan tiplerdir. Milli savunması güçlü Türkiye aynı zamanda bölgemizde ve dünyada adaletin ve hukukun güvencesidir.