Edebiyatımızdaki birçok hikâye, insanın içinde yaşadığı hayatın kendisine öğrettiklerinden dersler sunar. “Mankurtlaşmak” ve “kanaralaşmak” da bunlardan ikisidir.

Mankurtlaşma ve kanaralaşma birbirinden farklı hikâyelere dayansa da hayli düşündürücü, ibret verici ve öğretici içeriğe sahiptir. Bu iki kavram veya hikâye birbiriyle çelişmemekte, hatta birbirinin mesajını tamamlamakta ve bütünleşmektedir.

Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” adlı romanında anlattığı bir efsane vardır: Mankurt Efsanesi. Juan-Juan adlı barbar bir toplum, tutsak ettiği kişileri nitelikli(!) köleler hâline getirirmiş. Bunu şöyle yaparlarmış: Önce tutsağın başını kazır, sonra da yeni kesilmiş bir devenin derisini o tutsağın başına sımsıkı sararlarmış. Derinin kafatasını sıkıştırması ve uzayan saçların dışarı çıkamaması tutsağın yürek parçalayan acılar çekmesine ve belleğini yitiresine neden olurmuş. Sonuçta tutsak artık bir insan değil, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan “mankurt” olurmuş.

Mankurt hâline getirilen tutsak bilinci, benliği olmadığı için, efendisine tam sadakatle bağlı bir köle hâline gelirmiş. Sessiz, sedasız, sormayan, sorgulamayan, içinde bulunduğu durumundan kurtulmayı kaçmayı dahi düşünemeyen; sadece efendisinin emirlerini yerine getirmeye hazır, tabiri caizse sadık bir hayvana dönüşürmüş.

 Günümüzde ise mankurtlaştırma bilincin şartlanması ve bilginin yeniden kurgulanması yoluyla yapılmaktadır. Mankurtlaştırlan çağın insanı, millî kimlikten uzaklaşmakta, topluma ve kültüre yabancılaşmakta, düşüncenin ve bilginin yeniden inşası yoluyla bilinçsizleştirilmekte, dış güçlerin piyonu ve hatta kurşun askeri hâline gelebilmektedir. Mankurtlaşan kişi, düşmanını efendi, kendi halkını ise düşman gören bir köledir.

Yazımızın başında andığımız bir de kanaralaşmak kavramı vardır. Öyle ki en basit ifadeyle, düşmana karşı sizi korusun diye görevlendirdiğiniz kişinin size düşman olması hâli olarak tanımlanabilir. Sizi koruması gereken görevlinin sizin ayağınızı kaydırması ya da öldürmeye çalışması!

Kanaraşlaşma kavramının hikâyesi koyun sürüsünü kurtlara karşı korusun diye sürüye alınan köpeğin koyunları boğmasıyla ortaya çıkmıştır.

Vaktiyle bir köye genç, donanımlı, heyecanlı bir siyasetçi gider. Seçilmeden önce bütün harareti ile seçim bölgesinde halka karşı konuşmalar yapıyor ve ülkeyi nasıl kurtaracaklarına, vatandaşlara nasıl hizmet edeceklerine dair nutuklar çekiyormuş. Köylerden birinde bir ihtiyar: “Evladım, biz seni dinledik, sen de biraz olsun bizi dinler misin?” demiş. Bu genç ve idealist adam “Aman ne demek babacığım, buyur seni dinliyorum.” diyerek sözü yaşlı adama vermiş. Yaşlı adam: “Şu karşıdaki dağı görüyor musun evladım?” demiş. O dağın arkasında bir köy var. O köyde Hasan Ağa derler bir ağa varmış. Artık yaşlanmış ve istemiş ki, oğulları kendisi hayatta iken işlerini çekip çevirmeyi öğrensinler. Çağırmış üç oğlunu ve demiş ki “Evlatlarım! Bakın artık sizlerin işlerimizi elinize almanızın zamanı geldi. Henüz ben hayatta iken çiftliğimizi yönetmeyi öğrenin. Sizi tam yetkili kılıyorum. Yine de herhangi bir sorununuz hâlinde bana gelin, anlatın, danışın ve ben de size yardımcı olayım.” demiş. Çocuklar işle güçle uğraşmaya başlamışlar. Derken günün birinde sürüden koyunların eksildiğini görmüşler. Sebebini bir türlü bulamamışlar. Durumu babalarına anlatmışlar. Babaları düşünmüş, taşınmış ve demiş ki “Sürüyü korumakla görevli köpekleri takip edin, ‘kanaralaşmış’ olmasınlar? Şimdi gidin, bizim köpekler kanara oldularsa sürüyü koruyan tüm köpekleri öldürün ve dışarıdan yeni köpek yavruları alın.” demiş. Çocuklar babalarının dediklerini yapmışlar. Yeni enikler almışlar. Köpekler büyümüşler. Bir müddet sonra yine sürüden koyun eksilmeye başlamış. Çare bulamayan çocuklar durumu babalarına anlatmışlar. Babaları “Ben size köpeklerin kanaralaşması ihtimaline karşı bunların hepsini öldürün ve yeni enikler alın, büyütün demiştim. Bunu yapmış mıydınız? Çocuklardan biri boynu bükük bir şekilde “Babacığım bir küçük enik gelip ayaklarımı yaladı, kuyruğunu salladı ve ben de bu küçük enikten ne olacak dedim ve bir tek bu eniği öldüremedim.” demiş. Babaları “Bakın oğullarım, kanaralaşmak bulaşıcıdır! Şimdi gidin ve istisnasız bütün köpekleri öldürün ki böylesi bir olayla bir daha karşılaşmayasınız.» demiş. Yaşlı adam bu son sözleriyle genç siyasetçiye anlattığı hikâyeyi bitirmiş.

Burada amacımız hikâye anlatmak değil elbette. Hikâyenin içeriğine ve mesajına dikkatinizi çekmek, düşünmenizi sağlamaktır.

Şimdi bakınız Türkiye’deki kurumlarda olup bitenlere ve hikâyelerimizin mesajını düşününüz. Bir yandan mankurtlaşanlar ve dışarıdan saldıranlar, diğer taraftan kanaralaşanlar ve kaleyi içeriden çökertmeye çalışanlar! Ciddi önlemler alınmadığında bunların arasına her gün yenileri katılıyor ne yazık ki.

Basından okuyoruz, görüyoruz ve biliyoruz. Kriptolar ve yenileri pusuya yatmış bekliyorlar. Tezviratlarla kurumları ve kişileri yıpratmaya çalışıyorlar.

Velhasıl akıl kiraya verildi mi, milli ve manevi değerler menfaate bağlandı mı, haddini bilmezlik zirve yaptı mı, sevgisizlik, saygısızlık ve hoşgörüsüzlük egoyla tavan yaptı mı, insan yoldan çıkıyor. Yoldan çıkan insanın da neler yapabileceğini kestirmek pek mümkün olmasa gerek…

Yazımızı sesi yüzyılları aşıp günümüze gelen Türk ozanı Karacaoğlan’ın yukarıda değinmeye çalıştığımız meselelere dair çok manalı olduğunu düşündüğüm dizeleriyle bitirmek istiyorum:

“Karac’oğlan der ki çoğaldı adû

Seyrettim cihânı kalmamış tadı Kanaraya dönmüş kelb ilen kedi

Utanmadan dönmüş kebap istiyor.”