Son yıllarda dünya gündemini meşgul eden konuların başında, Avrupa Birliği’nin (AB) Rusya’ya olan enerji bağımlılığı geliyor. Gelişen teknolojiyle birlikte, yenilenebilir enerji kaynaklarının payı her geçen gün artsa da kömür, petrol ve doğal gaz gibi fosil yakıtlar Avrupa’nın enerji tüketiminde hâlâ önemini koruyor.

Avrupa ülkelerinin tükettiği doğal gaz yaklaşık yüzde 40’ını ve ham petrolün dörtte birinden fazlasını Rusya’dan tedarik etmesi, AB’nin enerji güvenliğinde jeopolitik riskleri bir hayli artırıyor. Haliyle bu bağımlılık, Ukrayna krizinin patlak verdiği günden bugüne AB, NATO ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) içerisinde bir huzursuzluk kaynağı olarak ön plana çıkıyor.

Ukrayna’nın Rusya’nın çizgisinden ayrılarak AB ve NATO yanlısı siyasi bir rotaya yönelmesiyle 2013 yılının sonunda başlayan kriz, çok sayıda kanlı hadiseye ve Türk tarihinin simge topraklarından Kırım’ın Rusya tarafından yasadışı bir şekilde ilhakına yol açmıştı. Rusya’nın yayılmacı ve genişlemeci siyasetinin Kırım’la sınırlı olmadığı, Ukrayna’nın doğu kesiminde yer alan Donbass Bölgesi’nin Donetsk ve Luhansk şehirlerinde yer alan ayrılıkçı Ruslara bağımsızlık kazandırmaya çalışmasıyla gün yüzüne çıktı. Tüm bu gelişmeler, Ukrayna’nın egemenliği ve toprak bütünlüğü, Avrupa’nın güvenliği ve istikrarı ve Rusya’nın yayılmacı politikalarının önlenmesi gibi uluslararası ilişkilerde önem arz eden konuların ön plana çıkmasına yol açtı.

Ukrayna krizinde Rusya’ya karşı birleşen Batılı ülkelerin en büyük korkusu, Moskova’nın misilleme olarak Avrupa’ya giden tüm gazı kesmesi durumunda ortaya çıkacak enerji krizinin nasıl yönetileceği meselesiydi. Bu, hayali veya afaki bir endişe değildi. Zira 2009 yılının başında Rusya, Ukrayna ile yaşadığı krizi bahane göstererek Avrupa ülkelerine gönderdiği gaz miktarında kesintiye gitmiş ve bu durum Avrupa’da önemli zararlara yol açmıştı. Bu olaydan sonra, AB’nin önemli gündem maddelerinden birisi, Rus petrol ve gazına bağımlılığın azaltılması ve bu sayede Avrupa’nın enerji güvenliğinin emniyet altına alınması olmuştu.

YUNANISTAN’IN ARTAN TÜRKIYE KAYGISI

Avrupa’nın enerji yönünden Rusya’ya bağımlı olması bir taraftan enerji piyasalarında yüksek bir risk oluştururken diğer taraftan NATO müttefiklerine de ağır bir yük getiriyordu. Bu yüzden Avrupa’nın üzerindeki Rus enerji hâkimiyetinin ortadan kaldırılması, en azından etkisinin hafifletilmesi, Batılı müttefiklerin üzerinde hassasiyetle durduğu konuların başında geliyordu. Avrupa’nın bu noktada üç alternatifi söz konusuydu. Birincisi Ortadoğu, ikincisi Hazar bölgesi, üçüncüsü ise Doğu Akdeniz. Bunlar içerisinde Avrupa için en elverişli olanı birinci ve ikinci seçenekti. Zira bu bölgelerde herhangi bir altyapı veya rezerv sorunu bulunmuyordu. Doğu Akdeniz’deki gaz kaynakları ise henüz keşif aşamasındaydı. Bu doğrultuda Hazar ve Ortadoğu doğal gazını Avrupa’ya sevk edecek Nabucco Boru Hattı Projesi üzerinde mutabakata varıldığı görülüyor. 2009 yılında imzaları atılan projede merkez ülke Türkiye idi.

Doğu-batı enerji koridorunda AB’nin doğal gazda kaynak çeşitliliğini ve enerji güvenliğini artırmak için Nabucco projesi biçilmiş kaftandı. Projede öngörülen 3300 kilometre uzunluğundaki boru hattıyla Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve Avusturya’nın birbirine bağlanması düşünülüyordu. ABD de Nabucco projesini destekliyordu. Washington zaten AB’nin Rusya’ya olan enerji bağımlılığını azaltmaya azami derecede önem veriyordu. Ayrıca ABD, Orta Asya enerji kaynaklarının Rusya üzerinden Avrupa’ya nakledilmesini stratejik açıdan tehlikeli görüyordu. Bu bağlamda ABD, Nabucco projesinin Hazar Havzası’ndaki ülkelere Rusya dışında bir koridor açacak olmasından son derece memnundu.

Elbette Nabucco projesi tek başına, AB’yi Rus doğal gazına bağımlılıktan kurtarabilecek ölçüde değildi. Fakat bu doğrultuda atılan önemli bir adımdı. Ancak beklenen olmadı.

Nabucco projesi 2013 yılının yazında gündemden düştü. Bunun birçok nedeni vardı. Şüphesiz içlerinde en dikkat çekeni, AB ülkelerinin Moskova’ya karşı ortak bir enerji politikası oluşturamamasıydı. Her üye ülkenin kendi çıkarına göre hareket etmesi ve bu bağlamda Rusya’yla ayrı ayrı ortaklıklar kurarak iş birliğine gitmesi, AB’nin gaz tedarikini çeşitlendirme girişimlerine ağır bir darbe vuruyordu. Dahası Moskova’nın başarılı bir stratejiyle Türkmenistan ve Azerbaycan gibi Nabucco’ya gaz sağlaması beklenen ülkelerle ilişkilerini güçlendirmesi ve diğer taraftan da Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) gibi ülkeleri AB içinde aktif bir şekilde kullanmasıyla Nabucco projesi hayallerin ötesine geçemedi.

Yunanistan ve GKRY, başından beri Güney Gaz Koridoru’nun jeopolitik ayağını Türkiye’nin oluşturmasından bir hayli rahatsızlık duyuyorlardı. Zira her iki ülkenin Türkiye ile ciddi sorunları bulunuyordu. Bu yüzden AB ve ABD nazarında Türkiye’nin jeopolitik öneminin artmasına taraftar değillerdi ve Nabucco projesine karşı çıkıyorlardı. Atina’nın hedefi, Azerbaycan doğal gazının Yunanistan ve Arnavutluk üzerinden İtalya’ya ulaştırılmasıydı. Dolayısıyla Nabucco yerine Trans Adriyatik Boru Hattı Projesi’nin (TAP) kabul görmesi için çaba harcıyordu. Nihayetinde Atina 2013 yılında emellerine ulaştı ve Nabucco yerine TAP’ın tercih edilmesini sağladı.

Böylece Atina, Yunanistan’ı Avrupa’nın enerji merkezi yapma yolunda önemli bir eşiği geçmiş oldu. Öyle ki Yunanistan’ın enerji politikasının özünde Karadeniz, Anadolu ve Akdeniz üzerinden geçecek her enerji hattını kendi ülkesinde toplama düşüncesi yatıyordu.

Bu sayede bir taraftan Balkanların diğer taraftan da Avrupa’nın enerji üssü olmayı hedefliyordu. Ayrıca bunu yaparak, Avrupa’nın enerji güvenliği meselesinde Türkiye’ye karşı jeopolitik üstünlük elde etmeyi planlıyordu.

EASTMED PROJESİ VE YUNANİSTAN’IN HEDEFLERİ

Dünya enerji haritasındaki jeopolitik konumunu güçlendirmeyi ve Türkiye’ye karşı yeni bir güç elde etmeyi amaçlayan Atina’nın bu saikle, Doğu Akdeniz Boru Hattı Projesi’ne (Eastmed) katıldığı anlaşılıyor. İsrail, GKRY ve Yunanistan’ın ortak girişimiyle ete kemiğe bürünen Eastmed projesi, Doğu Akdeniz’de keşfedilen doğal gaz kaynaklarını deniz altına inşa edilecek bir boru hattıyla Kıbrıs ve Girit üstünden Yunanistan’a, oradan da İtalya’ya ulaştırmayı planlıyordu. Şüphesiz Eastmed, ekonomik gayelerden ziyade siyasi emellerle hazırlanmış bir projeydi. Maliyet, güzergâh ve verimlilik bakımından rasyonel değildi. Uzmanlar Doğu Akdeniz gazı için en hızlı, güvenli ve ucuz rotanın Türkiye olduğunu işaret ediyordu.

Ancak jeopolitik kaygılardan ötürü ne Yunanistan ne de GKRY Türkiye’yi bu projeye dahil etmek istiyordu. Bunun başlıca nedeni, Atina ve Lefkoşa’nın Eastmed projesini siyasi kazanımlar yönünden tarihi bir fırsat olarak görmeleriydi.

Atina, 2013 yılında Nabucco yerine TAP’ın tercih edilmesini sağladı. Böylece Atina, Yunanistan’ı Avrupa’nın enerji merkezi yapma yolunda önemli bir eşiği geçmiş oldu. Öyle ki Yunanistan’ın enerji politikasının özünde Karadeniz, Anadolu ve Akdeniz üzerinden geçecek her enerji hattını kendi ülkesinde toplama düşüncesi yatıyordu. Bu sayede bir taraftan Balkanlar’ın diğer taraftan da Avrupa’nın enerji üssü olmayı hedefliyordu. Ayrıca bunu yaparak, Avrupa’nın enerji güvenliği meselesinde Türkiye’ye karşı jeopolitik üstünlük elde etmeyi planlıyordu.

 

İki ülke her fırsatta, Avrupa’nın enerji güvenliği için Doğu Akdeniz gazının ve Eastmed projesinin ne denli önemli olduğunu dile getiriyor ve bu konuda açıkça AB ve ABD’nin desteğini talep ediyorlardı. Rusya karşısında Avrupa’nın enerji güvenliğini önemseyen AB ve ABD’nin bu niyetle Eastmed projesini destekleme kararı aldığı anlaşılıyor. Kuşkusuz bu karar stratejik bir hataydı. Öyle ki kararın ardından Yunanistan ve GKRY hükümetleri, Türkiye ve KKTC’ye karşı daha kışkırtıcı ve uzlaşmaz bir dil kullanmaya başladılar. Böylece Doğu Akdeniz’de tansiyon iyice yükseldi, çatışma riski arttı. Atina ile Rum kesiminin amacı, kendi tezlerini Türkiye ve KKTC hükümetlerine zorla kabul ettirmekti. Bu konuda AB ve ABD’nin bütüncül bir şekilde Türkiye’ye baskı yapacağını varsayıyorlardı.

Atina’nın hesabına göre Ankara, Avrupa’nın enerji güvenliğini önceleyen AB ve ABD’nin baskısına direnemez, er ya da geç Atina’nın isteklerini kabul etmek zorunda kalırdı.

Bu sayede Yunanistan, Doğu Akdeniz ve Adalar Denizi’ndeki (Ege Denizi) maksimalist politikalarını Eastmed projesi üzerinden gerçekleştirebilirdi. Doğu Akdeniz’de Atina’nın benimsediği saldırgan ve iş birliğine kapalı tavır, sadece Türk-Yunan ilişkilerini olumsuz yönde etkilemekle sınırlı kalmadı aynı zamanda AB ve NATO içinde de ciddi tartışmalara, bölünmelere ve ayrışmalara yol açtı, Doğu Akdeniz’de barış ve istikrar arayışlarını çıkmaza sürükledi. Belki daha da önemlisi, Doğu Akdeniz’i kaosa sürükleyen Yunan siyaseti sayesinde Rusya ve Çin bölgedeki konumlarını güçlendirdiler.

TÜRKIYE’NIN YÜKSELEN CAYDIRICI GÜCÜ

Türkiye gibi askeri ve siyasi kapasitesiyle güçlü bir NATO müttefikinin “Rusya’nın doğrudan, Çin’in de potansiyel bir tehdit” olarak tanımlandığı bir dönemde Yunanistan’ın milli arzularından dolayı küstürülmesinin NATO, AB ve ABD’ye telafisi güç ve imkânsız zararlar vereceği aşikârdı. Kaldı ki Eastmed projesi, Türkiye ile Libya arasında 27 Kasım 2019 tarihinde imzalanan deniz sınırı anlaşmasıyla zaten akamete uğramış ve ciddi bir belirsizliğe sürüklenmişti. Bu zaman diliminde Türkiye, Doğu Akdeniz’deki pozisyonunu güçlendirdiği gibi Suriye, Libya ve Karabağ’da askeri başarılara imza atmıştı. Ayrıca Afrika ve Karadeniz’de nüfuzunu üst seviyelere çıkarmanın yanı sıra, Türk Devletleri Teşkilatı girişimiyle de Orta Asya’dan Balkanlara uzanan geniş coğrafyada yeni bir birlik şuuruna dayalı güçlü bir hat oluşturma yolunda tarihi adımlar atıyordu. Sözün kısası, Türkiye kendisini çevreleyen tüm coğrafyalarda ortak menfaatler üzerinden yeni bir konumlanma sürecine girmiş ve bunu da büyük ölçüde başarmıştı. Askeri, siyasi ve ekonomik açıdan böylesine güçlü bir konuma erişen Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de hukuk dışı oldubittilere göz yumması zaten mümkün değildi.

Kaldı ki Doğu Akdeniz, Kıbrıs ve Adalar Denizi, Türkiye için varoluşsal öneme sahiptir. Türkiye’nin ve Kıbrıs Türklerinin tarihi hak ve menfaatlerinin buralarda başarılı bir şekilde korunabilmesi büyük ölçüde Türkiye’nin gücüne bağlıdır. Doğu Akdeniz krizi bu vaziyeti bir kez daha tüm çıplaklığıyla teyit etmiştir. Bu aşamadan sonra Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki kazanımlarını kalıcı hale getirmesi için KKTC’nin varlığına, istikrarına ve dirliğine her zamankinden daha fazla önem vermesi kaçınılmazdır. Bu bağlamda KKTC’nin devlet kimliğini güçlendirecek reformlara ve altyapı yatırımlarına destek verilmesi ve son olarak “iki devletli çözüm” fikrine sahip çıkılması, Türkiye’nin ve Kıbrıs Türklerinin hak ve menfaatleri bakımından zaruridir. Zira Türkiye ve KKTC’nin jeopolitik ve ekonomik ilerlemesini durdurmaya yönelik müdahaleler Yunanistan ve GKRY üzerinden gelmeye devam edecektir.