ZİYA GÖKALP’İN EĞİTİM HAYATI - 10

Ziya Gökalp’in düşüncesine göre insanın kendini öldürmesi, ülküsüzlükten ileri gelir. ‘Ülküsü olanlar, hiçbir zaman kendilerini öldürmezler’ der. O, insanın kendisini öldürmesi, yani intihar olayını ve nedenlerini çeşitli yazılarında anlatmış, ülküsüzlüğü, buna başlıca neden olarak göstermiştir. Bir yazısında, intiharları, ‘mefkure yokluğuna’ bağlamıştır.

SÜLEYMAN Nazif’in anlattığı ve E. B. Şapolyo’nun naklettiği hastanede ameliyat sırasında yaşanan şu olay dikkat çekicidir: “Ziya hastaneye kaldırılırken, olay hızla çevreye yayıldı ve tüm Diyarbakır bu olayla çalkalandı. Morfinsiz yapılan ameliyat güç geçiyor. Ziya acısını belli etmiyordu. Bu dayanıklılığa şaşıran Rus doktor, daha sonra kendisine: ‘Ameliyat sırasında hiçbir ağrı duymadınız mı?’ diye sormuş. Gökalp de gülümseyerek şu karşılığı vermişti: ‘İçimdeki acı, başımdaki yaradan daha güçlüydü!’

Ziya Gökalp’in kardeşi Topçu Albay Nihat Gökalp, bu intihar girişimi olduğu sırada Erzurum Askeri İdadisinde öğrencidir. Olaydan yaklaşık iki ay sonra, 1895 Şubat sonunda ramazan tatili nedeniyle Diyarbakır’a gelir. Annesi ve ablasından ve etraftan araştırdığı bu olayı “Ağabeyim Ziya Gökalp” adlı el yazması anılarında (s. 24-26) ve A. Cemil Asena’nın “Ziya Gökalp” isimli el yazması eserinden alınan parçalara yaptığı düzeltmelerde şu şekilde anlatmaktadır:

“Diyarbakır’da kolera salgını çıkınca yüzbaşı doktor Abdullah Cevdet Bey, okulu bitirmiş, uygulama eğitimi görmekte iken Elazığ’a hava değişimi ile gelmiş bulunuyordu… Diyarbakır Valiliği, koleraya karşı mücadele etmek üzere bir ücret karşılığında Abdullah Cevdet Bey’i Diyarbakır’a getirmişti. Diyarbakır’da dini itinasızlığı ve konuşmalarıyla aleyhindeki ‘dinsizlik’ suçlamalarının kuvvetlenmesine neden yol açtı… Cevdet Bey, merhum Ziya Bey’le fikir alışverişinde bulunuyor. Amcamız Hacı Hasip Efendi de bu görüşmelere engel olmak istiyordu.

Ruhi nedenlerden yeise ve ümitsizliğe düşen Ziya Bey, bir arkadaşının hediye ettiği pek küçük ölçüde bir tabancanın ağzını alnına dayayarak ateş ediyor. Doktor Abdullah Cevdet, intiharı duyunca amucamın eve gelmesini yasak etmiş olduğu korkusunu unutarak, derhal bize gelmiş. Kurşun alın kemiğine biraz girerek yayılıyor. Doktor A. Cevdet, alın cildini zaid (haç, artı işareti) şeklinde yarıyor. Kurşunun kemiğe yayılmış olduğunu, çekip koparmanın kemiği zedeleyeceğini, hâlbuki olduğu gibi bırakılırsa, deri tedavi edilirse bir mahzur olmadığını, temin ediyor. Bizden muvafakat ediyorlar. Tedavi yapılıyor. Bu münasebetle Abdullah Bey, Ziya Bey’e ithafen yazdığı bir şiirde:

‘Sübut-ı zulme rağmen sebat lazımdır, Biz erbab-ı himmete hayat lazımdır.’ Diyor. Bu beyit hatırımdadır. Bu manzume, Cevdet Bey’in Avrupa’da yayımladığı ‘Kahriyyat’ risalesinde mevcuttur. Ziya Bey’e ithaf edildiği dipnotunda kayıtlıdır.”

ÜLKÜSÜ OLANLAR, HİÇBİR ZAMAN KENDİSİNİ ÖLDÜRMEZ

Ziya Gökalp, sonradan bu intihar girişimi hakkındaki düşüncelerini hem anlatmış hem de yazmıştır. Damadı Ali Nüzhet’e olayı şöyle anlatmıştır: “Zaman geçtikçe umutlarım sönüyor, yaşamın içsel değeri gözümden düşüyordu. Bu durum öyle bir biçim aldı ki, artık hayvan gibi yalnız yemek, içmek için yaşamaktansa, ölümü üstün tutmak düşüncesini benimsemek zorunda kaldım Bu nedenle kendimi öldürmek istedim. Ama olayı zararsız atlattıktan sonra epeyce düşündüm ve sonunda ‘ülkümü’ (mefkûremi) buldum!”

Gökalp’in düşüncesine göre insanın kendini öldürmesi, ülküsüzlükten ileri gelir. “Ülküsü olanlar, hiçbir zaman kendilerini öldürmezler.” der. O, insanın kendisini öldürmesi, yani intihar olayını ve nedenlerini çeşitli yazılarında anlatmış, ülküsüzlüğü buna başlıca neden olarak belirtmiştir. 1922 yılında Küçük Mecmua’da yayımladığı “Refah mı Saadet mi?” başlıklı yazıda intiharları “mefkûre yokluğuna” bağlamıştır. Zenginlik, geçim rahatlığı ile mutluluk kavramlarını karşılaştırarak incelediği yazısında şöyle bir hükme varmıştır:

“(…) Bu olaylardan şöyle bir sosyal yasa çıkar: Kendini öldürme olayı (intihar), ülküyle (mefkûreyle) ters orantılıdır. Bunu açık Türkçeyle belirtelim: İnsanlar arasında ülkü çoğaldıkça kendini öldürme olayları azalır. Öyleyse, insanları mutlu eden, maddeyle ilgili ihtiyaçlarının karşılanması değil, ülkülerinin doyurulması ve yüceltilmesidir. İnsanları mutsuz kılıp kendini öldürmeye sürükleyen de ülküsüzlüktür…”

Z. Gökalp, yine Küçük Mecmua’da yayımladığı yukarıda tamamını aldığımız “Hocamın Vasiyeti” başlıklı yazısında kendi hayatı bakımından yine bu konudan bahsetmiştir. Bu defa, “büyük gerçek”in (hakikat-ı kübra) “ülkü” (mefkûre) olduğunu ve en büyük “mefkûre”nin de millet ve hürriyet mefkûreleri olduğunu açıklamıştır:

“(…) O zaman ‘hakikat-i kübra’ adını verdiğim büyük gerçeği bulabilirsem hiçbir derdim kalmayacağına emindim. Fakat bunu hangi semtte aramalıydı? O sırada, bir ‘ihtilal şarkısı’ yazarken, kalemimden fırlayan başka bir mısra da bana onun semtini gösterdi: Mevdu’dur (emanettir) bugün bize namusu milletin! Demek ki, büyük hakikat mefkûreden ibaretti. En büyük mefkûre de millet ve hürriyet mefkûreleriydi…”

“MİLLET UĞRUNDA FEDÂ-YI CÂN EDERİZ”

Ziya Gökalp’in intihar girişiminin geri planındaki iç çatışmalar ve fikri bunalımın idadideki yakın arkadaşları Faik ve Haşim’i de derinden etkilediği görülmektedir. İdadide soruşturmaya yol açan bir olaydan bunu çok net bir şekilde öğreniyoruz. Önemli olan, arkadaşlarının, Ziya’nın intihar girişiminin gerekçesi olarak “millet uğrunda canından vazgeçmek (fedâ-yı cân)” şeklinde ifade etmeleridir. Ziya’nın sonradan, bunalımdan kurtuluş çaresi olarak, “büyük gerçek” olarak, “mefkûre”yi (ülkü) keşfetmesi ve onu da “millet ve hürriyet mefkûreleri” olarak ifade etmesi gençlerin de aynı ruh hali ve fikirde olduklarını göstermektedir. İdadide müzakere saatinde yaşadıkları tartışmalardan dolayı Faik’e ceza vermek isteyen Birinci Müdür Muavini Hakkı Bey’e çocukların verdikleri cevap, gerekirse kendilerinin de “Ziya gibi millet uğrunda canlarından vazgeçebilecekleri” şeklindedir. Ziya Gökalp’in intihar girişiminden (3 Ocak 1895) iki gün sonra idadide yaşanan olay, soruşturma tutanağında okul müdürü Muhsinzade Ali İrfan Bey’in anlatımıyla şu şekildedir:

“İçinde bulunduğumuz ayın yirmidördüncü cumartesi günü (5 Ocak 1895/24 Kanunuevvel 1310) beşinci sene öğrencilerinin müzakere saati gelmesiyle birinci müdür yardımcısı Hakkı Efendi müzakere için adı geçen sınıfın dershanesine gitmişti. Müzakere devam ederken öğrencilerden Faik Efendi, ‘Fransa ile Alman devleti arasında meydana gelen muharebede Fransa mağlup, Almanya galip oldu. Bu mağlubiyet üzerine Fransa savaş tazminatını noksansız ödeyerek pek az bir süre içinde mağlubiyetinin etkilerini hissettirmemeye başladı. Bu hal ise ancak halkın namus ve vatan ve milletlerini sevdiklerinden ileri geldi. Hatta Almanya’ya karşı hâlâ husumet göstermekten geri durmuyorlar. Ve ellerinden giden yerleri geri almak için daima çalışıyorlar. Biz ise Rusya ile olan geçmişteki savaşta bu kadar kayba uğradık. Şu hâl benim milli namusumu galeyana getiriyor. Biz de o yerleri geri almak için çalışmalıyız ve daima Rusya’ya karşı kin duymalı ve düşmanlık yapmalıyız.’

Demesiyle adı geçen Hakkı Efendi, ‘Dersinize bakınız, müzakere sırasında böyle şeylerin söylenmesinin gereği yoktur, siz tarihi yalnız okumaya ve okuduğunuz konulardaki olayları göstermeye mecbursunuz’ cevabını vermiş ve adı geçen Faik Efendi’yi bu yoldan cazalandırmak ve vazgeçirmek (tekdir ü ıskat) istemiş olduğu sırada zikredilen sınıf öğrencilerinden Haşim Efendi, ‘Niçin Faik Efendi’yi tekdir ve ıskat etmek istiyorsunuz, söyledikleri doğrudur.’ diye karşı gelmesi üzerine Hakkı Efendi tevkif (alı koyma cezası) yazmak istemiş ve yazacağı tevkiflerden birisini Haşim Efendi’ye, ikincisini de Faik Efendi’ye vermek emelinde bulunmuşsa da yine adı geçen Haşim Efendi: ‘Yazacağınız tevkiflerin ne önemi vardır, işte arkadaşlarımızdan Ziya Efendi fedâ-yı cân ederek intihar etti. Biz de millet uğrunda fedâ-yı cân ederiz.’ demesi üzerine Hakkı Efendi: ‘Çok gürültü etmeyiniz şimdi gider idareye haber veririm’ cevabını vermesiyle Faik ve Haşim Efendiler: ‘Biz fedâ-yı cân ettikten sonra söyleyeceğiniz sözlerin ne önemi olur?’ demişler ve Hakkı Efendi de tevkiflerini yazdıktan sonra çıkmak istemişse de adı geçenler tevkiflerinin bozulması ve keyfiyetin bendenize (İdadi Müdürü Ali İrfan Bey’e) haber verilmemesi için hayli ısrar ve ricada bulunduklarını adı geçen Hakkı Efendi dershaneden çıktıktan sonra gelip ayrıntılı olarak bendenize söyledi…”

MÜLKİYE BAYTAR MEKTEB-İ ALİSİ’NE GİDER

İntihar girişiminden sonra süratle iyileşen ve kendisini okumaya veren Ziya Gökalp, öteden beri İstanbul’a gitme hayalleri kurmaktaydı. Bunun için aradığı fırsatı da aynı yılın (1895) yaz aylarında bulacaktır. Erzurum’dan gelerek yaz tatilini Diyarbakır’da geçiren kardeşi Mehmet Nihat’ı yolcu etmek bahanesiyle amcasından izin alarak Erzurum’a, oradan da Trabzon’a ve deniz yoluyla da İstanbul’a gelir.

Rüyalarındaki “Dersaadet”e hemen hemen beş parasız olarak inmiş bulunan Ziya, Tavukpazarı’nda hemşehrilerinin yanında barınmakta iken, ilk iş olarak, muhtemelen Dr. Abdullah Cevdet vasıtasıyla İbrahim Temo ve Diyarbakırlı İshak Sukûtî’yi aramış olmalıdır. “Hocamın Vasiyeti”nde “İstanbul’a gittim. O zaman, İstanbul’da tıbbiyelilerin teşkil etmiş olduğu gizli bir cemiyet vardı. Onlarla çalışmaya başladım.”diyerek esasen buna kendisi de işaret etmektedir.

Cemiyet (İttihad-ı Osmani) vasıtasıyla parasız yatılı öğrenci aldığı için durumuna en uygun olan, “Mülkiye Baytar Mekteb-i Âlisi”ne kaydını yaptırır. Hal Tercümesi’nde, “1894 senesinde mektebin (Diyarbakır Mülkiye İdadisi) dördüncü senesinden tasdikname alarak Dersaadet’e geldim. Seçme sınavını vererek Mülkiye Baytar Mekteb-i Âlisi’ne dahil oldum…” demektedir.

Osmanlı Devleti’nde 1889 yılına kadar veteriner hekimler sadece “askeri veteriner hekim” olarak yetiştiriliyordu. 1889 yılında Mülkiye Baytarlık Mektebi “sivil veteriner yüksekokulu” olarak kurulmuş ve 1891’den sonra Halkalı’da kendi binasında “ziraat” ile birleştirilerek eğitim ve öğretime başlamıştır.

Yarın: Genç Ziya, Diyarbakır’da tutuklanıyor