Sufi ile kedi
Kedi sevenin imanı kuvvetlidir. (Hadis-i Şerif)
Tasavvuf/ sufizm insanın manevi yolculuğunda derin bir farkındalık ve aydınlanmaya ulaşmasını sağlayan bir irfan yoludur. Bu yolculukta, doğadaki her varlık ilahi hakikate dair ipuçları taşır. Kediler de şüphesiz bu varlıklar arasında özel bir yere sahiptir. Sufi geleneğinde kedi, yalnızca bir evcil hayvan olmaktan öte, ruhani bir rehber, sembolik bir metafor ve kültürel bir mirasın taşıyıcısı olarak görülür. Türk Kültürü, bin yıllar boyunca kedilere duyduğu derin sevgiyle bilinir. İslam dünyasında kedinin kutsal kabul edilmesinin temel sebeplerinden biri, Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) kedilere gösterdiği sevgi ve şefkattir. Rivayetlere göre, Peygamberimiz Muezza adındaki kedisini çok sever, ona karşı nazik davranırdı. Hatta bir seferinde, kedisi cübbesi üzerinde uyurken onu uyandırmamak amacıyla cübbesinin bir kısmını kestiği anlatılır. Bu davranış, kedinin temizliği, zarafeti ve narinliğiyle özdeşleştirilmesine ve İslam kültüründe saygı duyulan bir varlık haline gelmesine yol açmıştır. Hadislerde, kedilere şefkat göstermenin, müminin imanı ile yakından ilişkili olduğu vurgulanır. Böylece kedi, hem dünyevi yaşamda sevgiyle beslenen bir hayvan hem de manevi dünyada ilahi aşkın ve içsel arınmanın sembolü olarak yerini alır.
Sahabelerden Ebu Hureyre (r.a.) kedilerle olan yakın ilişkisiyle tanınır. Zaten ona Ebu Hureyre künyesini de Efendimiz uygun görmüştür ve bu künye “kedilerin babası” anlamına gelmektedir. Ebu Hureyre’nin evinde çok sayıda kedi bulunur, onlarla iç içe yaşar. O’nun, Peygamberimiz’in kediye dair sözlerini aktarması, kedilere duyulan şefkatin nesilden nesile aktarılmasına vesile olmuş; böylece Ebu Hureyre, İslam dünyasında kedinin manevi değerinin sembol isimlerinden biri haline gelmiştir.
Bir gün bir yılan Peygamberimizin küçük, soylu parmağını ısırmak için davranmış, o sırada Ebu Hureyre’nin bembeyaz tüylü yeşil gözlü kedisi fırlamış, pençeleriyle yılanı parçaladıktan sonra gururlanarak Peygamberimize doğru yürümüş. İşte o zaman Allah’ın Resulü şöyle demiş: “Kedi sevmek imanın bir parçasıdır; kuvvetli sevin ve siz de kedi gibi olun!” Sonra mübarek eliyle kedinin sırtını okşamış; kedinin yüksek bir çatıdan aşağı atıldığında bile sırtı yere değmeden dört ayak üzerine düşmesi elinin bu kutsal temasındandır. Peygamberimiz o gün kedinin başını da okşamış, bu yüzden her kedinin alnında parmaklarının izi olarak dört çizgi olurmuş.
Türk-İslam Aleminde, kediye yavrularını doğururken yardım etmenin büyük sevap olduğu inancı yaygındır; çünkü bir kedinin Efendimiz'in yanına gelip giysisinin eteğinde yavrulamaya başladığı rivayet edilir. Efendimiz onu rahatsız etmemiş, kediyle şefkatle ilgilenmiştir. Yavrular doğduğunda ise giysisinde hiçbir pislik kalmamıştır (çünkü kedi plasen tayı yer).
Efendimizin evinde de bir kedi bulunduğu için kedi beslemek ve okşamak sevaptır. Çünkü kedi Efendimiz'e hayatının çok önemli bir anında görünmüştür. Melekler onun kalbini temizleyip peygamberlik mührünü bastığında, meleklerden biri sekineyi çağırır; Efendimiz, "O, beyaz bir kedi kılığında geldi ve kalbimin içine sokuldu" diye bildirmiştir.
Tasavvufun mistik atmosferinde, dervişlerin inziva süreçlerinde kediler önemli bir yer tutar. Sufi dergâhlarında kediler, sessizlikleri, zarafetleri ve bağımsız doğalarıyla dervişlere eşlik eden, onlara huzur veren varlıklar olarak görülür. Mevlânâ Celaleddin Rûmî’nin mesnevilerinde kedi, nefsani arzularla mücadelede sembolik bir araç olarak karşımıza çıkar; kedinin fareyi avlaması, insanın içindeki olumsuzluklarla mücadele etmesine benzetilir. Böylece kedi, dervişin sabrını, içsel arınmayı ve ilahi aşka ulaşma çabasını temsil eder.
Türk Sufiliği’nin önderlerinden Muhyiddin İbn Arabi’nin mistik öğretilerinde, kedinin bağımsızlığı ve sessiz gözlem yeteneği, insanın kendi iç dünyasını keşfetmesinde bir araç olarak sunulur. Böylece, Sufi İslam’ın derinliklerinde kedi, ruhani yolculuğun vazgeçilmez bir öğesi haline gelir. Ayrıca birçok sufi sessiz ve yoğun biçimde odaklanmayı dikkatle fare deliği önünde bekleyen kediden öğrendiğini söylemiştir.
Türkler, tarihleri boyunca kedilere derin bir sevgi ve bağlılık beslemiştir. Camilerin avlularında ve sokaklarda kedilere yiyecek verilmesi, onların koruyucu ve huzur veren varlıklar olarak kabul edildiğini gösterir. Devlet-üt Türkiyye Sultanlarından el-Zahir Sultan Baybars (yön: 1259-1277) kedilere yararlı olması amacıyla kendi adına vakfettiği camisinin yakınında bir de kediler için “Kedi Bahçesi” adını verdiği bir bahçe vakfetmiştir.
İstanbul, Halep, Bursa, Ankara, Diyarbakır, Kerkük gibi büyük şehirlerde, kediler her dönem şehrin simgesi haline gelmiş; yaşamın stresinden uzaklaşmak isteyen bireyler, kedilerin sessiz varlığına ve sakinleştirici etkisine hayran kalmışlardır. Türk kültüründe kediler hem evlerde beslenen sevimli varlıklar hem de toplumsal hafızanın bir parçası olarak öne çıkar. Eski Türklerde "Kedi yavrusu miyavlayarak doğar/ Müş oglı muyavu tugar" gibi atasözleri, kedinin doğuştan getirdiği özelliklerin ve Türk toplumunun ona yüklediği anlamların bir göstergesidir. (Eski Türklerde bu atasözü babasının huylarını almış bir çocuğu anlatmak için kullanılır.)
Türklerin kedilere duyduğu sevgi, kültürel ve tarihi mirasın derin izleriyle şekillenmiştir. Türkler, kedilere hem duygusal hem de kültürel anlamda yakın davranırlar; kediler, Türklerin misafirperverlik, merhamet ve dayanışma gibi değerleriyle özdeşleştirilmiş, bu sayede insanlar kedileri adeta aile bireyi gibi benimsemişlerdir.
Günümüzde sosyal medyada ve dijital platformlarda kediler, Türk gençliğinin ilgisini çekerken, bu varlıkların mistik ve kültürel özellikleri yeniden keşfedilmekte, halkın gelenekleri modern yaşamın içinde yeniden yorumlanmaktadır. Modern Türkiye’de, başta İstanbul olmak üzere sokaklarını tarihi dokusu ile Anadolu’nun geleneksel yaşamı arasında kurulan bu özel bağ, kedilerin sadece bir evcil hayvan değil, aynı zamanda ruhani bir dost ve kültürel simge olduğunu ortaya koyar. Kediler bugün de sufi düşüncenin derinliklerinde ilahi sırları fısıldayan, içsel arınmanın ve nefsani tutkuların aşılmasında rehberlik eden kutsal varlıklar olarak yaşamlarını sürdürmektedir.
Diyarbakır’da büyüdüğümüz evin içerisinde mutlaka bir kedi ikamet eder; evin büyük avlusu ise onlarca kediye ev sahipliği yapardı. Efendimiz’in soyundan gelen babaannem Müzeyyen Hanım ve dedem Muharrem Bey her bir kedinin bakımı ile ilgilenir; kedilerin yemeklerinin ve suyunun verilmesinden sorumlu olan çalışanımızın işini tam olarak yerine getirip getirmediğini takip ederlerdi. Evin içindeki ve avludaki kedilere genellikle insan isimleri verilirdi. (Zühtü, Pamuk, Ziya, Sarıkız, Çiçek, Orhun vd.) Neden böyle yapıldığını sorduğumda ise rahmetli babaannem şu cevabı vermişti: “Önce binlerce yıllık Türk Töresinde sonra Türk Tekke Kültüründe ev ahalisi ile büyüyen kedilere insan isimleri verilir. Çünkü iyice odaklanırsan göreceksin ki oğlum, kediler insan gibidirler ve onlara söyleneni anlarlar. Kedi ruhu insan ruhuna çok benzer, bu nedenle onlara insan ismi vermek gerekir, gerçekten insan olan onların miyavlamalarını da anlar."
Eğitim için Fransa’da bulunduğum sırada Fransız bir hocam herhangi bir konu üzerinde uzlaşamadığımızda bana şakayla karışık takılarak “biz Dünyalıyız, siz ise Siriuslu, boşuna uğraşmayalım birbirimizi anlayamayız” diyerek gülerdi. Kedilerin, kurtların ve onların can yoldaşı Türklerin Dünyalı olduğunu düşünmediğini, Türklerin anayurdunun Sirius Yıldızı olduğunu, Dünyaya gelirken de kediler ve kurtların Türklere rehberlik yaptığını iddia ederdi. Kim bilir? Belki de doğru söylemiştir…