Sin, Şın’a girdiğinde: Türklerin kıyısı olmayan denizi

YAYINLAMA:
Sin, Şın’a girdiğinde: Türklerin kıyısı olmayan denizi

Türk Milletinin gönül dünyasında, asırlardır dalgalarıyla yürekleri ferahlatan uçsuz bucaksız bir deniz var: Muhyiddin İbn Arabi. Aslen Endülüslü olsa da soyu babadan Arap, anneden Türk’tür. Türk topraklarına kök salmış, Türklerin öz evladı haline gelmiştir. O’nun hayatının izini sürdükçe görüyoruz ki yalnızca fikirleriyle değil, yaşanmışlıklarıyla da bize ait, bizden biridir. Türk topraklarını kendine vatan seçmesi, Türklerle kurduğu derin manevi bağlar ve ölümünden yüzyıllar sonra dahi hâlâ Türk mahallesinde soluklanıyor oluşu elbette ki tesadüf değildir. 

İbn Arabi’nin hayat yolculuğu, Endülüs’ün Murcia şehrinden başlayıp Mısır’dan Mekke’ye, Şam’dan Bağdat’a uzanır. Fakat uçsuz bucaksız coğrafyaları kat etmiş bu mutasavvıfın gönlünde Türk topraklarının yeri bambaşkadır. Annesinin Selçuklu hanedanından olduğu bilinmektedir; zira validesi hanımefendinin ailesinde kullanılan “hatun” unvanı onun Türk hanedanından olduğuna işaret etmektedir. Nitekim Muhyiddin Arabi 1210’lu yıllarda Malatya’ya ayak bastığında, bu coğrafyayı yadırgamadı; tam tersine öylesine ısındı ki ömrünün hatırı sayılır bir kısmını Türk yurdunda geçirmeyi tercih etti. Konya’da da uzun yıllar ikamet ettiğini biliyoruz. Gönlünü fetheden bu topraklarda, kendini bir garip yolcu değil yuvasına dönmüş bir ermiş gibi hissediyordu. Malatya ve Konya yılları, İbn Arabi’nin Türk yurduyla gönül bağının iyice pekiştiği dönemlerdi. Selçuklu sultanlarıyla dostluklar kurdu; devrin hükümdarları onun engin hikmetine büyük değer verdi. 

Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykavus’a Malatya’dayken bir mektup ile şiir göndererek rüyasında gördüğü bir fethi müjdeledi. Bu mektupta bir kalenin mancınıklarla zapt edildiğini, düşman kumandanının öldürüldüğünü anlatıyor; nitekim yirmi gün sonra her şey rüyada görüldüğü gibi gerçekleşiyordu. Daha gerçekleşmeden Türk’ün zaferini şiir diliyle haber veren bir arif düşünün, böylesi bir keramet, İbn Arabi’nin Türk sultanlarına duyduğu muhabbetin ve onlara manevi rehberlik edişinin bir nişanesi değil de nedir? 

Konya’da İbn Arabi’nin çevresinde toplanan talebeler, Anadolu’da Türk tasavvuf geleneğinin şekillenmesinde kilit rol oynadı. O yıllarda Konya, sadece Selçuklu payitahtı değil, aynı zamanda bir ilim ve irfan merkeziydi. İbn Arabi burada Sadreddin Konevî gibi manevi mirasçılar yetiştirdi. Manevi oğlu olarak anılan Konevî, onun öğretilerini benimseyip sonraki kuşaklara aktardı. Konevî’nin dostları arasında genç Mevlânâ Celaleddin Rumi’nin de bulunması tesadüf değildi; bu sayede İbn Arabi’nin fikirleri, Mevlânâ gibi bir gönül sultanının iklimine de dolaylı yoldan ulaştı. İbn Arabi’nin Anadolu’daki varlığı adeta mayalanarak genişledi; yetiştirdiği dervişler ve âlimler vasıtasıyla Türk irfanına derinlemesine nüfuz etti.

1240 yılında Şam’da Hakk’a yürüdüğünde, İbn Arabi ardında yüzlerce eser ve sayısız seven bıraktı. Onun kaleme aldığı eserler, ki en meşhurları Fütuhat-ı Mekkiyye ve Füsûsü’l-Hikem’dir, asırlardır gönülleri aydınlatan birer kandil olmaya devam ediyor. Ömrü boyunca nice talebe yetiştiren Şeyhü’l Ekber’in (kendisinden sonra gelenler ona “En Büyük Şeyh” anlamında bu unvanı vermiştir) manevi etkisi, vefatından sonra da dalga dalga yayıldı. Başlangıçta kabri Şam’da bilhassa Türkler tarafından ziyaret edilen bir makam haline geldi. Ne var ki Moğol istilalarının yakıp yıktığı, bağnazlığın karanlık rüzgârlarının estiği bir dönemde bu mübarek kabir harap düştü; unutturulmak istendi. Fakat kaderin tecellisine bakın ki, akışın içinde ilahi bir sır gizlenmişti. Rivayete göre İbn Arabi, son nefesini vermeden önce yakın dostlarına gizemli bir cümle fısıldadı: “Sîn, Şın’a girdiğinde Mîm’in kabri ortaya çıkar.” Bu sözün manası uzun süre anlaşılamadı. Ta ki Yavuz Sultan Selim Han 1516’da Mercidâbık zaferiyle Şam’a girene dek… Türk Sultanı Selim, ki adının baş harfi Arap alfabesinde “Sîn” harfidir, Şam şehrine (“Şın”) girdiğinde ilk işi asırlardır neredeyse kaybolmuş olan büyük arifin mübarek kabrinin izini sürmek oldu. Gerçekten de yıllardır sahipsiz kalmış kabir kısa sürede ortaya çıkarıldı. Yavuz Sultan Selim’in emriyle 1518 yılında kabrinin üzerine bir türbe, yanına bir cami ve dergâh inşa edildi. Türbenin bulunduğu bölgeye seçkin Türkmen aileleri yerleştirildi. Bölge o zamandan beri “Türk Mahallesi” diye anılageldi. Düşünün: Endülüs doğumlu bir veli, Şam’da ruhunu teslim ediyor fakat ebedî istirahatgâhı bir Türk Hakanı eliyle, Türk mahallesinde yeniden hayat buluyor. Bu sembolik bir hakikat değil de nedir? Sanki kader, İbn Arabi’yi ölümünden sonra dahi Türk Milletine emanet etmişti. Aradan yüzyıllar geçti. Suriye toprakları üzerinde onca acı yaşandı, Şam defalarca savaşın pençesine düştü. Yine de Şam’daki Türk mahallesinde İbn Arabi’nin türbesi tüm ihtişamıyla dimdik ayakta duruyor ve hâlâ ziyaretçilerle dolup taşıyor. Türkiye’den, Türk Dünyası’ndan gönül ehli insanlar yolunu bu mübarek makama düşürüyor; tıpkı Konya’daki Mevlânâ türbesine, Nevşehir’deki Hacı Bektaş dergâhına gider gibi Şam’da İbn Arabi’nin manevi huzurunda dua edip feyz alıyorlar. Bu ziyaretler, Türk gönül dünyasında İbn Arabi sevgisinin nasıl kök saldığının en somut göstergelerinden biridir. 

Elbette bu bitmeyen hürmet boşuna değildir. İbn Arabi, Türk-İslam tasavvuf geleneğinin tam merkezinde yer alır; asırlardır bu geleneği besleyen bir pınar, aydınlatan bir ışıktır. O’nu bu manevi geleneğin böylesine dönüştürücü bir aktörü yapan şey sadece Anadolu’daki uzun ikameti değildir. Asıl önemlisi, O’nun öğretilerinin bu coğrafyanın manevi mayasına karışmış olmasıdır. O’nun fikirleri yüzyıllar boyunca nice şeyh, derviş, âlim, sufi tarafından benimsendi; tekke ve dergâhlarda elden ele, gönülden gönüle aktarıldı. Tüm Türk hakimiyet dönemlerinde eğitim-öğretimde İbn Arabi’nin eserlerine yer verilmiş, birçok âlim onun kitaplarını şerh ederek düşüncelerini derinleştirmiştir. Bugün “Anadolu irfanı” diye andığımız, hoşgörü ve sevgi eksenindeki maneviyat ikliminde İbn Arabi’nin nefesini hissetmemek mümkün mü? Horasan erenlerinden Yunus Emre’nin ilahi aşk dolu dizelerine, Hacı Bektaş Veli’nin “incinsen de incitme” nasihatine ve Mevlâna’nın Mesnevî’sindeki derin hikmet damlalarına kadar hepsinin arka planında İbn Arabi’nin vahdet (birlik) anlayışının pırıltısını görürüz. 

Evet, İbn Arabi sadece tarih sayfalarında kalmış bir sufi önder değil; aynı zamanda bugün de fikirleriyle gönüllerimizi aydınlatan bir kutup yıldızıdır. O, akıl ile kalbi buluşturan nadir bilgelerdendir. En karmaşık konuları dahi şiirsel bir dille anlatırken okuyanların yüreğine dokunur. Özellikle ortaya koyduğu vahdet-i vücut (varlığın birliği) anlayışı, günümüzün ayrıştırıcı söylemlerine inat, birlikte yaşamanın ve herkesi Yaradan’ın bir yansıması olarak görmenin ilahi sırrını bizlere fısıldıyor. “Varlık birdir, tektir; görünen çokluk yalnızca bir perdedir” diyerek bizlere bütün farklılıkların özünde birliğe işaret ettiğini öğretiyor. Bu engin anlayış, bugün de hem aklımıza hem kalbimize hitap ederek hoşgörünün ve kardeşçe bir arada yaşamanın kapılarını aralıyor. İbn Arabi’nin engin mirası, çağlar ötesinden günümüze uzanarak gönüllere ferahlık vermeye devam ediyor. 

Başta onu Türklerin kıyısı olmayan denizi olarak niteledik; gerçekten de onun manevi enginliği öylesine uçsuz bucaksız bir deniz ki, biz hâlâ o denizde soluk alıyor, o denizde ferahlıyoruz. Türk’ün kıyısız denizi Muhyiddin İbn Arabi hem geçmişimizin manevi mimarı hem de bugünümüzün yol gösteren kutup yıldızıdır. O’nun denizinde ne zaman yolumuzu kaybetsek hakikatin ışığını bulacağımızı biliyoruz ve o ışık şükürler olsun ki yüzyıllardır sönmeden Türk’ün yoluna rehberlik ediyor.

 

Yorumlar
Y
Yalçın kara 2 hafta önce
Allah c.c.Razı Olsun. Cenab ı Mevla mız Bizleri Bu Güzel Gönül İnsanlarının Yolundan Ayırmasın. Amin İnşallah. Şefaat Ya Habiballah...
BEĞENME
0
CEVAPLA
Y
Yusufiyeli 2 hafta önce
Genç nesillere kurbağa bacağı yerine bu alimleri tanıtmış olsa idik, farklı bir yerde olurduk Allah ü Alem
BEĞENME
0
CEVAPLA