Verim aldık, ruh kaybettik!
İlkokulda Mustafa Duman hocamla, ortaokulda Ali Meral hocamla başlayan kimlik arayışım, lise yıllarında iyice derinleşti. Ali Meral hocamın İstiklal Marşı’nı satır satır anlattığı o dersler, Mehmet Akif’in ruhunu içime işledi. Edebiyatta, tarihte, mimaride, tarımda ve doğayla ilişkimizde, “biz”i aramaya başladım. Sadece geçmişi değil, geleceği de anlamak için…
Bugüne Gelirsek…
2000’li yıllardan bu yana Türkiye’de çok şey değişti: teknoloji, iktidar, gündem, hayat biçimleri. Ancak bazı şeyler de hiç değişmedi: Gençlerin tarihe, sanata ve edebiyata ilgisizliği, tarih sorduğunuzda sayısalcıyım, fizik sorduğunuzda sözelciyim cevapları; eğitimde hâlâ Batı merkezli anlatılar ve tarımda köksüz bir bakış…
Bugün üniversitelerde hâlâ Selçuklu’nun, Osmanlı’nın tarım sistemleri doğru düzgün anlatılmaz. Hâlâ “tarım tarihi” dendiğinde Antik Yunan’dan başlayıp İngiliz Sanayi Devrimi’nde sonlanan bir öykü sunulur. Oysa Anadolu, tarımın ilk başladığı yerlerden biridir. Etiğin, kanaatkârlığın, toprağa saygının, üretimle irfanın buluştuğu topraklardır burası.
Tarım Tarihi ve Deontolojisi dersinin içeriği bile aslında bize bu hakikati fısıldıyor: Topraktan yararlanmanın tarihsel evreleri, eski uygarlıklarda tarım, Osmanlı’da çift-hane sistemi, Atatürk’ün tarıma verdiği önem, hayvan hakları, sürdürülebilirlik, etik… Ama ne yazık ki bunlar sadece ders planında kalıyor, hayata nüfuz edemiyor.
Tarımda Yabancılaşmanın Bedeli
Bugün ülkemizde tarım yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel bir kriz yaşıyor. Tarımsal üretimin düşüşü, çiftçinin toprağını terk etmesi, kırsaldaki genç nüfusun göçü… Bunlar sadece iktisadi veriler değil, aynı zamanda medeniyetin çöküş göstergeleridir. Tarım sadece gıda değil, aynı zamanda hafızadır, gelenektir, kültürdür.
Ama biz, tarımı yalnızca maliyet hesabı yaparak okuyoruz.
Biz, toprağı sadece verim tablosuna dönüştürüyoruz.
Biz, çiftçiyi sadece destek paketiyle ölçüyoruz.
Ve biz… Kendi tarihimize bu kadar yabancılaşırsak, kendi geleceğimizi de başkalarının ellerine bırakırız.
Son söz: Tarımı sadece üretim miktarıyla, sadece ithalat-ihracat dengesiyle, sadece destek kalemleriyle konuşmaya devam ettiğimiz sürece; asıl meseleyi kaçırmaya devam edeceğiz. Çünkü tarım yalnızca bir sektör değil, bir medeniyet mirasıdır. Toprak yalnızca bir üretim aracı değil, tarihin taşıyıcısı, kültürün hafızasıdır.
Ve gıda güvencesi, yalnızca stoktaki buğday miktarı değil; aynı zamanda o toprağın anlamını bilen insanın orada kalması, üretmeye devam etmesidir.
Bugün tarım tarihimizden bihaber, geçmişi ithal anlatılarla öğrenmiş, toprakla ilişkisini koparmış bir nesille gıda güvencesi inşa edemeyiz.
Verim aldık, ama ruhu kaybettik.
Şimdi ya köklerimize döneriz ya da toprağımızı, tarihimizi ve geleceğimizi başkalarına bırakırız.