Gıda kaybı mı gıda israfı mı?
Gıda kayıpları, genellikle atık ve israf olarak konuşulmakta, dilimizde “gıda israfı” ve “gıda kaybı” olarak kullanılmakta. Gıda kayıpları ve israfı, tedarik zincirinin üretim, hasat, hasat sonrası depolama, taşıma, işleme, paketleme, dağıtım ve nihai tüketim gibi herhangi bir aşamasında gerçekleşebilir.
Gıda kaybı, tedarik zincirinde meydana gelecek sıkıntılar ya da teknik yetersizlikler nedeniyle karşılaşılabilecek dökülme, bozulma, çürüme gibi tüketiciye henüz ulaşmadan meydana gelen sorunlar; gıda israfı, tüketim için uygun ve iyi kalitede olan gıdaların bekletilmesinden kaynaklı yani gıda aslında tüketilebilir durumdadır ama biz onu değerlendiremeyiz.
Kaybın sorumlusu daha çok üretim ve tedarik zincirindeki aksaklıklar iken, israfın sorumlusu çoğunlukla tüketici alışkanlıkları diyebiliriz.
Bizdeki düşünce tarlada ekilen her tohumun soframıza ulaşacağını sanmamız. Oysa gerçek çok farklı. Daha üretim başlamadan, yani gıda yolculuğunun en başında, ciddi kayıplar yaşanıyor. Ama bu kayıplar hiçbir zaman gündem olmadı, olmuyor. Şimdiye kadar gözümüze sokulan hasat, taşıma, depolama ve soğutma tesisleri, nakliye araçları, ambalajlama ve pazarlama esnasındaki kayıplar… Oysaki verdikleri zarar ve kayıp oranları hiçte hafife alınmayacak zararlı organizmalar var. Hastalık etmenleri var. Böcekler, nematodlar, yabancı otlar var…
Gıda güvenliği artık sadece bir tüketici talebi değil, bir ülkenin stratejik geleceğini belirleyen en kritik unsurlardan biri. Soframıza gelen sebzenin, meyvenin veya tahılın sadece bol ve ucuz olması değil; aynı zamanda sağlıklı, temiz ve kalıntısız olması da büyük önem taşıyor. Çünkü yanlış kullanılan her damla pestisit, toprağa, suya ve en sonunda insan sağlığına geri dönüyor.
Bilim insanları, bu görünmez düşmanların her yıl dünya genelinde ürünlerin yüzde 20 ila yüzde 40’ını yok ettiğini söylüyor. Ülkemizde ise bu oran yüzde 35. Düşünün; daha hasat bile yapılmadan neredeyse üç tarladan birinin ürünü kayboluyor. Bir çiftçi için bu alın terinin boşa gitmesi demek. Bir ülke için ise gıda güvenliğinin zayıflaması, fiyatların artması ve ithalat bağımlılığı demek.
Üretim öncesinde yaşanan kayıplarda tarlada, bahçede dalında kaybolan üründen dolayı toplumun gıdaya erişimi zorlaşıyor. Başak vermeden, çiçek açmadan, ürün dalında iken çiftçinin emeği, sermayesi ve umudu kayıplarla birlikte eriyor. Ürünleri yetiştirmek için su, toprak, gübre, enerji, emek ve hayal… Hepsi boşa harcanıyor.
Verim ve kaliteyi sağlamak, dünya pazarında bizde varız demek için, 86 milyon olacak nüfusumuz ve 15 milyon misafirlerimizle 100 milyon nüfusun gıda ihtiyacını karşılamak için, tarım sadece hasatta değil, daha tohum toprağa düşerken korunmalı. Entegre zararlı yönetimi, biyolojik mücadele, dayanıklı çeşitler… Bunlar artık lüks değil, zorunluluk.
Son 3 ayda 150 köşe yazısında pestisit konusuna değinilmiş. Bunlardan 68 tanesi son bir ayda yazılmış. Son 3 ayda pestisit kelimesi geçen haber sayıları; internet 5278, televizyon 80, yazılı basın 836 ve çevrimiçi 20 adet.
Pestisit iletişimi ve bu konudaki algı süreci hem ülkemizde hem de dünyada çözülmesi zor bir sorun. Son yıllarda iklim değişikliği ve uygulamaları, gelişen teknoloji, bilginin hızla yayılması gibi faktörler dezenformasyona da aynı oranda zemin hazırladı.
Tam da bu noktada Tarım ve Orman Bakanlığı devreye girdi. “B-Reçete” adıyla başlatılan sistem, üreticiyle tüketici arasında adeta güvenli bir köprü kuruyor. Ama şu soruyu da sormak kaçınılmaz:
B-Reçete, yeni bir sistem mi, üreticinin sırtına yeni bir yük mü, yoksa tüketicinin sofrasına yeni bir güven mi?
Reçeteli satışın ilk temelleri 12 Şubat 2009 tarihinde atılmış. Bu tarihten itibaren bitki koruma ürünlerinin satışına reçete zorunluğu getirilmişti. Reçetenin yazılması, geçerlilik süresi, reçete yazacak kişinin, üreticinin, bayilerin sorumlukları, reçete ile ilgili kontroller ve 5996 sayılı kanun gereğince bitki sağlığıyla ilgili yaptırımlar yer almıştı. “B-REÇETE” adı verilen “Bitki Reçetesi” isimli bu modelde üreticinin zirai ilacı bayiden istediği kadar almasının önüne geçilmesi amaçlanıyor.
Çiftçi haklı olarak kaygılı: “Mazot, gübre, ilaç derken maliyetler zaten boğuyor. Şimdi bir de reçete ile uğraşacağım, işlerim aksar mı?”
Tüketici ise aynı ölçüde haklı: “Benim tabağımda kimyasal istemiyorum. Çocuğumun yediği domateste hangi ilaç var bilmek istiyorum.”
Bu yeni model sayesinde pestisit kullanımında ciddi bir azalma hedefleniyor. Daha önemlisi, ihracat pazarlarında en çok sorun oluşturan “kalıntı” probleminin önüne geçilerek hem üretici hem de ülke ekonomisi korunmuş olacak.
Gerçek şu ki, bu düzenleme yapılmazsa ihracat pazarlarında kapılar kapanıyor. Daha önce defalarca yaşadık: Kalıntı yüzünden geri gönderilen domates, biber, üzüm… Aylarca alın teri döken üretici zarar ederken, ülke ekonomisi de yara aldı.
Tarım ve Orman Bakanlığı’nın kurduğu sistem bu çatışmayı çözmeye aday. Çünkü üretimden hasada kadar her şey kayıt altına alınacak. İlaç reçete ile yazılacak, ne kadar alanda kullanıldığı işlenecek, uygulamayı kim yaptıysa sisteme kaydedilecek. Böylece hem üretici hem tüketici hem de devlet aynı deftere bakacak.
Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı’nın sözleri bu noktada yol gösterici:
“Üreticimizin emeğini, tüketicimizin sağlığını korumak için tarımsal üretimde akılcı ilaç kullanımını zorunlu hale getiriyoruz. Gıda güvenliği bizim için bir tercih değil, bir zorunluluktur.”
Aslında mesele sadece zirai ilaç değil, mesele güven. Çünkü tarımda asıl kalıntı ilaç değil, ihmaldir.
Kolay olmayacak, evet. Çiftçi ilk etapta “bürokrasi” diye yakınacak, bayiler alışkanlıklarını değiştirmekte zorlanacak. Ancak unutulmamalı: Avrupa raflarına giremeyen ürün, Türkiye’nin pazarına da güven vermez.
Böylesi bir atmosferde dezenformasyonun yayılmasında art niyetli açıklamalar, haberler ve paylaşımlar önemli bir rol oynamakta. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın teknik ağırlıklı bir dil kullanması, dezenformasyondan etkilenen kamuoyu üzerinde yeterince olumlu bir etki bırakmamakta. Üstelik açıklamalar daha çok dezenformasyon yapanlara dönük etkilenenlere değil. Bütün bu dış etkenlere rağmen, etkili bir iletişim stratejisi, algıyı tamamen değiştirmese de dezenformasyonu kısmen önleyebilir ve bilinçli hedef kitlede eleştirel yaklaşımdan savunucu yaklaşıma geçiş sağlayabilir.
Son söz: Toprağın bereketiyle soframızın huzuru arasında kurulan bu güven köprüsünde hepimize düşen sorumluluklar var. Üretici bilinçli olacak, tüketici sorgulayıcı olacak, devlet denetleyici olacak. Ancak o zaman sağlıklı gıdaya ulaşmak mümkün olacak.
Sofralarınız bereketli, gönlünüz huzurlu olsun.
Kalın sağlıcakla…