25. yılında Şanghay İşbirliği Örgütü ve Türkiye
Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), uluslararası düzende yükselen bir uluslararası örgüt olarak dikkat çekiyor. Çin ve Rusya öncülüğünde 2001 yılında kurulan ŞİÖ, başlangıçta terörizm, ayrılıkçılık ve aşırılıkla mücadele ekseninde güvenlik işbirliği amacı güdüyordu. Ancak aradan geçen zamanda siyasi, ekonomik, kültürel ve askerî boyutlarda etkinliği artan çok yönlü bir örgüte dönüştü. Bugün ŞİÖ, Çin, Rusya, Hindistan, Pakistan, İran, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan ve Belarus’tan oluşan 10 üye ülkeye sahip. Ayrıca Moğolistan ve Afganistan gözlemci statüsüne sahip. Üye ülkelerin toplam nüfusu dünya nüfusunun yaklaşık %40’ına, ekonomileri küresel GSYİH’nin %30-34’üne ulaşarak oldukça ciddi bir ağırlık oluşturuyor.
Türkiye, 2012’den bu yana ŞİÖ’de “diyalog ortağı” statüsü ile ŞİÖ toplantılarına davet edilip görüş bildirebilen, ancak karar alma mekanizmasına resmen dâhil olmayan bir ülke konumunda. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Çin’in Tiencin şehrinde düzenlenen ŞİÖ 25. Devlet Başkanları Konseyi Zirvesi’ne “şeref konuğu” olarak katılması, ŞİÖ’nün Ankara’ya verdiği önemi bir kez daha gösterdi. Erdoğan, zirvede düzenlenen genişletilmiş oturumda (ŞİÖ+) bir konuşma yaptı ve ev sahibi Çin Devlet Başkanı Şi Cinping başta olmak üzere birçok liderle ikili temaslarda bulundu.
Türkiye’nin ŞİÖ ile ilişkileri, denge siyasetinin bir parçası olarak görülebilir. Ankara, Batı ittifaklarına mensup olmakla birlikte, Doğu ile de ilişkilerini geliştirmeyi amaçlayan çok yönlü bir diplomasi izliyor. Ankara bilinçli bir stratejiyle Batı ittifaklarını dengeleyip Avrasya ile bağlarını derinleştiriyor. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan, Tiencin ziyareti sırasında Çin’in People’s Daily gazetesine yazdığı makalede Türkiye’nin dış politikasının temelinin güven tesisine, diyalog kanallarını açık tutmaya ve krizleri çözmeye dayandığını vurguladı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçtiğimiz yıl Semerkand’da düzenlenen ŞİÖ Zirvesi sonrasında yaptığı açıklamada, Türkiye’nin ŞİÖ’ye tam üyeliğini hedeflediğini açıkça dile getirmişti. Türkiye’nin NATO üyeliği ve AB adaylığı gibi Batı kurumlarındaki konumu onun güvenlik ve ekonomik çıkarlarına uzun yıllardır hizmet etti. Ancak son dönemde Türkiye-Batı ilişkilerinde yaşanan gerilimler, Ankara’yı alternatif arayışlara itiyor. ABD’nin Suriye’de terör örgütü PKK’nın Suriye kolu olan YPG’ye verdiği destek, 2016 darbe girişimi sonrası Batı’dan beklenen dayanışmanın görülmemesi, F-35 projesinden çıkarılma gibi hadiseler Türk kamuoyunda çok yönlü bir dış politikanın gerekliliğine dair farkındalığı artırdı. Bu atmosferde ŞİÖ, Türkiye’ye Batı’ya bağımlı olmadan da uluslararası arenada söz sahibi olabileceği, yeni müttefikler edinebileceği bir seçenek sunuyor. Türkiye, iki cepheyle de konuşabilen, arabuluculuk yapabilen nadir ülkelerden biri olarak ŞİÖ masasında benzersiz bir avantaja sahip.
ŞİÖ’ye tam üyelik ile Avrasya’da karar alma süreçlerine doğrudan katılım, Ankara’nın sesini ve etkisini artıracaktır. ŞİÖ’nün geleceğine dair yol haritalarının belirlenmesinde Türkiye söz sahibi olursa, kendi çıkarlarını (örneğin terörle mücadele, enerji rotaları, ticaret kolaylıkları) daha iyi savunabilir.
Öte yandan, tam üyelik yolunda bazı zorluklar ve riskler de yok değil. En başta, NATO içindeki konum. ŞİÖ, her ne kadar NATO karşıtı bir ittifak olmasa da bünyesinde NATO’nun hasım olarak gördüğü Rusya bulunuyor. Çin de ABD ile küresel rekabet halinde. Dolayısıyla Türkiye’nin ŞİÖ üyeliği, Batı başkentlerinde “eksen kayması” algısını güçlendirebilir ve Türkiye’ye yönelik güven erozyonuna yol açabilir. Bu da ABD’nin yaptırımlarını gündeme getirebilir veya AB ile zaten sorunlu olan ilişkileri daha da soğutabilir. ŞİÖ içinde kararlar oybirliğiyle alındığından, Türkiye’nin çok hassas dış politika konularında Çin veya Rusya ile aynı çizgide olması beklentisi doğabilir. Örneğin Uygur Türkleri meselesi ya da Kırım’ın ilhakı gibi konularda ŞİÖ platformunda sessiz kalmak zorunda kalmak, Türkiye’ye içeride prestij kaybı yaşatabilir. Bu nedenle Ankara, tam üyelik adımını atarken egemenlik haklarını koruyan esnek bir diplomasi yürütmek durumunda kalacaktır.
Şanghay İşbirliği Örgütü 25 yıl içinde mütevazı bir güven artırıcı bir örgütten küresel öneme sahip, önde gelen bir Avrasya forumuna dönüşmüştür. Örgüt, kendi şartlarına göre (egemen eşitlik, kültürel çeşitlilik ve rejim güvenliğine değer vererek) istikrar ve işbirliğini beslemiştir. Bu yönüyle ŞİÖ, Batı dışı ülkelerin uzun süredir aradığı içişlerine saygılı çok taraflılığın bir örneğidir. Ayrıca Müslümanların çoğunlukta olduğu devletlerin büyük güçlerle bir arada oturduğu ve tek bir hegemonun kuralları dikte etmediği bir platform olması yönüyle de değerli görülmektedir. ŞİÖ'nün yolculuğu, bölgesel çatışmaları bastırma, ekonomik bağları güçlendirme ve diyaloğu kurumsallaştırma ve farklı çıkarlar arasında birliği korumada karşılaştığı meydan okumalarla şekillenecektir. Önümüzdeki yıllar için ŞİÖ'nün geleceği muhtemelen pragmatik bir uyum sağlamaya bağlıdır: Aşırı katılaşmadan iç mekanizmaları güçlendirmek ve yeni bölünmeler yaratmadan işbirliğine dayalı bir Avrasya düzenini savunmak. Üye devletlerin politika yapıcıları ve Türkiye gibi gözlemciler için, ŞİÖ'nün evrimi, çok kutupluluğa doğru daha geniş bir geçişin habercisi olmaya devam edecektir. Bu uluslararası yapı, dayanışma ve karmaşıklık arasında yol alırken, 21. yüzyılda farklı uluslardan oluşan bir grubun ortak bir stratejik kader oluşturup oluşturamayacağını ve eski fay hatlarının bu grubun hedeflerini sınırlayıp sınırlayamayacağını test edecektir.
Sonuç olarak, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Tiencin’de düzenlenen 25. ŞİÖ Zirvesi’ne katılımı, Türkiye’nin çok kutuplu dünya vizyonuna verdiği önemi yansıtan stratejik bir hamledir. Ankara, bir yandan NATO müttefiki olarak Batı ile ilişkilerini sürdürürken diğer yandan ŞİÖ gibi Avrasya merkezli oluşumlarda yer alarak “yeni dünya düzeni” arayışında küresel bir aktör olmayı hedefliyor.
Tiencin Zirvesi’nde vurgulanan bölgesel istikrar, enerji güvenliği ve kültürel dayanışma temaları, Türkiye’nin kendi öncelikleriyle örtüşüyor. Erdoğan zirve vesilesiyle yaptığı temaslarda hem Doğu Türkistan’dan Ortadoğu’ya uzanan hassas meseleleri gündeme taşıdı hem de Çin ile “karşılıklı saygı ve kazan-kazan temelinde” ilişkileri derinleştirme taahhüdünde bulundu. Tüm bu diplomasi trafiği, Türkiye’nin bölgesel barışın tesisi, enerji arz güvenliğinin sağlanması ve Türk dünyasının birlikteliğinin güçlendirilmesi konularında aktif rol üstlendiğini gösteriyor.
Elbette Türkiye’nin önünde hassas bir denge yürüyüşü bulunmaktadır. Batı ittifakları ile Avrasya arasındaki bu denge, ustalıkla yönetilmesi gereken zor bir diplomatik süreçtir. Ancak Ankara’nın son yıllarda izlediği özgün dış politika çizgisi, bu dengeyi gözetebileceğine dair işaretler veriyor. Türkiye, hem Kiev ile Moskova arasında arabulucu olup hem de gerektiğinde Rusya’dan S-400 alabilen; hem Çin ile ticaret rekorları kırıp hem de Uygur Türklerinin sıkıntılarını dile getirebilen bir aktör olarak kendini konumlandırdı. Bu çok yönlü yaklaşım, dünyada güç dengelerinin yeniden tanımlandığı bir dönemde Türkiye’ye benzersiz bir jeopolitik esneklik kazandırıyor.