Kimi Özüyle, Kimi Sözüyle Atatürkçü!
Bir tane “Atatürk” var; fakat çeşit çeşit “Atatürkçüler” var!
Bu keskin ve dürüst tespit, maalesef ki günümüz Türkiye’sinin en büyük açmazlarından birini gözler önüne sermektedir. Kimi özüyle, kimi sözüyle Atatürkçü olduğunu iddia ederken; geçmişe saplanıp kalanlar, yerinde sayanlar, hatta ihanet edenler dahi bu unvanı taşımaktadır. Rozetçi olanı da var, yan gelip yatanı da. Uğruna ölümü göze alanı da var, sıkışınca kaçanı da.
Peki, bu karmaşa içinde gerçek Atatürkçü kimdir?
Gerçek Atatürkçü, şekilciliği dışlayıp ilkeyi öne çıkarandır. Atatürkçülüğün özü; sağcı ya da solcu, tutucu ya da ilerici ayrımı yapmadan; vatan ve millet sevgisine, akla, bilime ve ahlâka dayanır. Özü ve sözü bir, namus ve vicdan sahibi herkes, bu büyük düşünce sisteminin doğal neferidir.
Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün manevi huzuruna çıktığımız 10 Kasım, yalnızca ebediyete intikal edişinin bir yıldönümü değil; aynı zamanda onun bıraktığı devasa mirasın milletçe yeniden idrak edildiği bir “ulusal ahitleşme” günüdür.
Bu anma günü, 1939’daki ağır “matem” havasından, 1988 sonrası “matemsiz anma” ve “Atatürk Haftası” dinamizmine dönüşürken, özünde yatan aktif bağlılık ruhu, onun en önemli vizyonlarından biri olan Türk tarımında can bulmaktadır.
Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin temelindeki “akıl ve bilim” ilkesi, kurulacak genç Cumhuriyet’in yalnızca siyasi değil, ekonomik kalkınmasının da temelini oluşturuyordu. O, millî ekonominin kalesinin sanayi veya ticaretten önce, büyük bir stratejik görüşle tarım olduğunu ilan etti. “Köylü milletin efendisidir” sözü, sadece bir iltifat değil; ekonomik bağımsızlığın ve gıda güvenliğinin, yani Milliyetçilik ve Devletçilik ilkelerinin somut bir politikasıydı.
AKIL VE BİLİMİN TARLADAKİ İZLERİ
Atatürk, tarımı bilimle entegre edilmesi gereken bir millî kalkınma projesi olarak gördü. Kemalizm’in temel direği olan akıl ve bilimi doğrudan tarlalara taşıdı:
Geleneksel tarım bilgisini modern tekniklerle donatmak amacıyla Ziraat Mektepleri ve Köy Enstitüleri’nin temelleri atıldı.
Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ) gibi model çiftlikler kurarak, bilimsel ve modern tarım tekniklerini bizzat uygulamalı olarak çiftçiye gösterdi. Bu çiftlikler, aynı zamanda birer tarımsal laboratuvar işlevi gördü.
Tarımsal üretimin önündeki en büyük engel olan Aşar vergisi gibi çağdışı yükleri kaldırarak çiftçiyi rahatlattı, Ziraat Bankası’nın gücüyle tarımsal kredi olanaklarını yaygınlaştırdı.
Bu vizyon, O’nu anmanın yolunu da gösterir: 10 Kasım törenleri, bugün artık “matemden ülküye” bir dönüşümü simgelemektedir. Atatürk’ü anmak, saat 09.05’te sirenlerle durmak kadar, onun “Millî Ekonominin Kalesi” olarak tarif ettiği tarım sektörüne sahip çıkmak, gıda egemenliğini korumak ve akıl ve bilimin ışığında üretmeye devam etmek demektir. O’nun mirası, betonlaşan şehirlerin gölgesinde unutulmak yerine, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini besleyecek bereketli topraklarda ve üretken ellerde yaşamalıdır.
Atatürkçülük, durağan bir dogma değil, akıl ve bilimin ışığında sürekli bir gelişmeyi ifade eden dinamik bir düşünce sistemidir. Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve İnkılâpçılık ilkeleri; birbirini tamamlayan ve bir bütün olarak ele alınması gereken, günümüzün ve geleceğin sorunlarına çözüm üretebilecek etkili bir model olarak güncelliğini korumaktadır.
Türk Milleti’nin birlik ve beraberliğini, devletin tekliğini ve ülkenin bölünmez bütünlüğünü hedef alan her türlü fitneye karşı duruşumuzun temel taşı, bu sarsılmaz düşünce sistemidir. Atatürk’ün rehberliğini, “Önce Ülkem” şiarıyla birleştirerek, Türkiye Yüzyılı hedeflerine ulaşmak boynumuzun borcu olmalıdır.
Son söz: Bu 10 Kasım’da, O’nu sadece anmakla yetinmeyelim; O’nun bize bıraktığı namus, vicdan, akıl ve bilimle hareket eden dinamik düşünce sistemini özümseyelim ve yaşatalım.
Üretmekten, çiftçilikten, hayata değer bir yaşamdan, sevmeye değer bir aşktan, sadakatten, dostluğa değer bir arkadaşlıktan, LİYAKAT’ten, ATATÜRK’ten ve TÜRKİYE’den asla vazgeçmemeniz dileğiyle…
Sağlıcakla kalın.