Gümrük Başmüdürü Agâh Bey yapılan zulmü anlatıyor: Yunan askerleri, sivil-asker hepimizi, ellerimiz havada ‘Zito Venizelos’ diye bağırtarak, limana doğru götürüyordu. Bir taraftan da dipçikle dövüyorlar, süngülüyorlardı. Bir taraftan da yağma başlamıştı. Bir merdiven altına sığınan altı masum yavrucağı yaylım ateşine tutarak, öldürdüler.

ŞEHADETİN ŞEREFİ, İHANETİN BEDELİ-11
(İZMIR’IN İŞGALI VE KURTULUŞUNDA YAŞANANLAR)

14 ve 15 Mayıs 1919 günü ve sonrasında İzmir ve civarında yaşananlar, olayların tanıkları ve muhatapları tarafından rapor haline getirilerek ilgili makamlara gönderilmiştir. Dr. Zekeriya Türkmen, “Batı Anadolu’da Yunan Mezalimi” isimli kitabında (Berikan Yayınevi, 2. Baskı, Ankara 2016) Osmanlı Arşivi kayıtlarında yer alan “İzmir faciasına dair bu raporları ve yazışmaları” asıllarına sadık kalarak çevirmiş ve yayınlamıştır. Burada yer alan önemli raporları yazanlardan birisi de İzmir Gümrük Başmüdürü Agâh Bey’dir. Agâh Bey kendisi ve arkadaşlarının başından geçen olayları en ince ayrıntısına kadar anlatmıştır. Agâh Bey, 15 Mayıs 1919 günü yaşadıklarını özetle şu şekilde anlatmaktadır:

“… 15 Mayıs Perşembe günü yine devamlı olduğu şekilde vazifemizin başında bulunduk. Öğleden evvel saat 9.00’da on kadar Yunan nakliye gemisi, Kılkış zırhlısı ve bir iki Yunan torpidosunun himayesinde limana ulaştılar ve askerleri rıhtım üzerine çıkarmaya başladılar. Sivil ahalinin ‘Zito/ Yaşasın’ nidaları ufukları sarsıyor ve dairemize kadar geliyordu. Bir müddet sonra, önde ve iki yanda sivil halk olduğu halde Yunan askerleri trampet çalarak kışlaya doğru yürümeye başladılar. Tarifi mümkün olmayan büyük bir elemle, fakat yine soğukkanlılıkla şu manzarayı uzaktan görüyor idik. Askerlerin bir hayli miktarı geçtikten sonra uzaktan işitilen bir el silah sesini müteakip ne kadar sivil halk ve asker geçmiş ise bunların tamamının düzensiz bir surette ve birbirlerini itip çiğneyerek kaçışları görüldüğü gibi, silah sesleri de arttığından kapı ve pencereleri mükemmelen kapatarak bütün bu olan gelişmeleri beklemeye başladık. Makineli tüfek sesleri gittikçe artıyor ve kısa bir müddet durduktan sonra yine başlıyordu.

Bu şekilde yarım saat kadar bir müddet geçtikten sonra, dairenin kapısı şiddetle vurulmaya ve ‘açınız!’ sesleri işitilmeye başladı. Haliyle bu çağrıya uyarak kapıyı açtık. Elinde bir rovelvör marka tabanca ile yanında bir sivil tercüman ve arkasında üç nefer olduğu halde bir Yunan subayı yukarıya çıktı. Tercüman evvela endişe edilecek bir şey olmadığına dair güvence verdikten sonra, ‘dışarıda birçok kayıp olduğunu, bundan dolayı hükümet memurlarının da tutuklanacağı ve varsa silahlarımızla beraber teslim olmamız gerektiğini’ söyledi.

ELBİSELERİMİZİ YIRTIP NEYİMİZ VARSA ALDILAR

Tabiatıyla buna baş eğdik ve mevcut 20-25 memurdan birkaçının ufak çaptaki rovelvörlerini toplayarak zabite teslim ve her tarafta arama yapılmasını teklif ettik. Gerekli arama yapıldı. Ve bir şey bulunamadı. Bu aralık kendi odamda da arama yaptıkları sırada şahsıma ait ufak bir kasanın içinde bir zarfta bulunan 200 liradan bir miktarını aramaya memur olan iki asker aralarında bölüştüler ve bana sessiz olmamı ihtar ettiler. Her şey son bulmuştu. Artık dışarıya çıkmak lazımdır denildi. Halbuki dışarıda şiddetli bir yağmur yağdığı gibi, silah sesleri de devam etmekte bulunduğundan bizi muhakkak bir tehlikeye maruz bırakmaktan ise orada yine kendi gözetimleri altında muhafaza etmelerini rica ettik. Cevaben, ‘Sizin şüphe çekecek bir şeyiniz görülmedi. Bir saat sonra serbest olacaksınız. Burada şu iki askeri (parayı alanlar) bırakacağız. Hayatınıza gelince o bizim askeri namusumuz gibidir. Bu sözleri size söyleyen bir Bulgar subayı değil, Yunan subayıdır’ denildi. Tabi muvafakat ettik, fakat nöbetçi kalacak askerler kasada daha para olduğunu gördükleri için gece kırarak alacaklarına emin olduğumdan şahsıma ait olan bir miktar parayı beraber alıp alamayacağımı subaydan sordum. ‘Alınız, benim sorumluluğum altındadır’ dedi. Bu suretle parayı, bazı ufak tefek şeyleri üzerime alarak eşimle (refikamla) beraber sokağa çıktık.

Sokağa çıkınca hal ve tavırlar tamamen değişti. Orada bulunan diğer bir takım Yunan askerleri üzerimize hücum ederek hemen feslerimizi alıp yırttılar ve ellerimizi havaya kaldırarak ‘Zito Venizelos’ diye bağırmamızı emrettiler. Bu suretle bağıra bağıra rıhtım üzerine çıktık ve orada hükümet dairesi tarafından getirilen diğer memurların da aynı halde ‘Zito’ diye bağırarak başları açık olarak yağmur altında vapur iskelesi yönüne sevk olunduklarını gördük. Zahire Borsası önüne geldiğimiz zaman yağmur durmuş idi. Orada borsa içine sokulan memurlar yolu kapadıkları için bir saat kadar beklemek zorunda kaldık. Bu süre içinde kafile kafile Osmanlı subaylarının ‘Zito’ diye bağırtılarak, elleri kezalik yukarda olduğu halde geçtiklerini gördük. Bunlara sürekli olarak tüfek dipçiği vuruyorlar. Ve şuralarına buralarına süngü saplıyorlardı. Hatta Şark Kumpanyası’nın önüne geldikleri zaman Yunan askeri tarafından açılan ateş üzerine altı asker ve subayın şehit edildiklerini haber aldık.

Yağmurun tekrar başladığı bir zamanda bize yine hareket emri verildi. Yürümüyor, koşuyorduk. Benim gibi mülahham (bayağı, aşırı) şişman olan yahut takati bulunmayanlar devamlı dipçik yiyordu. Böylece kahvelerin önünden ve sivillerin pek çok ağır küfür ve hakaretlerine maruz olarak geçirildik. İtalyan Mektebi’nin önünden saparak İkinci Kordon üzerine yöneldik. Ömrümde görmediğim derecede şiddetli bir yağmurun altında bizi sevk eden askerler dar bir sokakta birer birer nemiz var nemiz yok hepsini aldılar.

BAŞIMIZA SÜREKLİ TAŞ VE KÖMÜR ATIYORLARDI

Hatta madeni tütün tabakalarına, benzin çakmaklarına varıncaya kadar tenezzül ettiler. Üzerimizde bir şeyi getirmiş isek, bulmak için elbiselerimizi kâmilen yırttılar. Biraz sonra yine rıhtım üzerine çıktık ve aynı tarzda yani eller yukarıda ‘Zito Venizelos’ diye avazımız çıktığı kadar bağırarak, koşa koşa, dipçikler ve tokatlarla Aydın Şimendifer Kumpanyası’nın (Punta İskelesi) dedikleri iskelesine vardık. Artık bizde dayanacak takat kalmamış idi. Yolda gelirken önümde yürüyen Veznedar Nazım Efendi, kulağına isabet eden bir darbe ile sersemleyerek yere düşmüş idi. Süngülemeler bir daha tekrarlanmadı çünkü o, şehit oldu. Diğer arkadaşlardan çoğu yaralı idiler.

Punta İskelesi’ne, bizi getiren subay ve askerler, hepimizi Yunan denizci subaylarına teslim ederek geri döndüler. Biz evvelce gelen diğer hükümet memurlarına orada kavuşmuş olduk. Hakkımızda icra edilen en şiddetli fenalıklar burada oldu. Denizci askerler kemerlerini çıkararak tokalarıyla subaylarının huzurunda hepimizi dövdüler. Başımıza atılan taş, kömür ve kiremitlerle yaralanmayan kimse kalmadı. Bir aralık şahsımı tanıtmak istedim, kartımı çıkarttım; ‘hakkımda bilgi alınız, ben bu muameleye müstahak bir adam değilim’ dedim. Subaylardan birisinden çok şiddetli bir şekilde ‘sus kerata!’ cevabını aldım. Hatta bunlardan bazıları Türkçe olarak, ‘Kerata, Rumları kestiniz, Ermenileri katlettiniz değil mi? İşte biz de bu gece hepinizi köpek gibi boğazlayacağız, haydi mezarınıza!’ diyerek bizi iskele üzerine yanaşmış olan bir vapura sevk etmeye başladılar. Bir aralık evvelce resmi işler vesilesi ile tanıdığım bir Yunan bahriye subayına tesadüf ettik. Beni bu halde görünce son derece şaşırdı, sebebini sordu. ‘Arkadaşlarınıza sorunuz’ dedim. İskeleye yanaşan vapura geldik, girerken sopalarla dövüldük ve ıslak fışkı ile dolu ambarının içerisine atıldık.

Zikrettiğim subay teşebbüste bulunmuş on dakika sonra ambardan beni çıkarttı. Çıkınca hakkımızda reva görülen şu kan dökücü muameleden dolayı Yunanlıları protesto ettim ve ‘benim kadar masum olan arkadaşlarım da çıkmadıkça bir yere gitmeyeceğimi’ söyledim. ‘Ne onların ve ne benim tahliyemin kendi sorumluluğunda olmadığını ve komutanı Mösyö Mavridis’e söylemek lazım geldiğini, ancak hepsinin bir süre sonra bu ambardan çıkarılacaklarını’ söyledi. Oradan bir araba ile Avcılar Kulübü önüne geldik. Bir sandal ile evvela Averof zırhlısına gittik. Ondan sonra Mösyö Mavridis’in bulunduğu Leon torpidosuna çıktık. Pek meşgul olan Mavridis, bütün bu olanlardan dolayı teessüflerini beyan etmişti. Burada bize iki kadeh konyak ikram olunduğu gibi kalın bir de palto verdiler. Vapurda kalan arkadaşlarımın isimlerini birer birer kâğıda yazdım.

Mösyö Mavridis bizi oradan derhal çıkartacaklarına dair vaatte bulundular. Ve yanımıza bir Yunan subayı vererek sandal ile eve kadar gönderdiler. Her tarafım yara bere içinde idi. Halimi görenler gayri ihtiyari olarak ağladılar. Üç gün yataktan kalkmak mümkün olmadı. Ertesi günü aldığım haberlere göre, arkadaşlarımı da ambardan hemen çıkarmışlar.

Çıkarken yine dövmüşler, başımıza taş, kiremit attıkları yere götürüp yine darp etmişler. Bir süre vagonlara koymuşlar, koyarken yine dayak atmışlar. Gece saat onda vagondan çıkartarak döve döve Patris vapuruna götürmüşler. Vapur yıkanıyormuş, hortumları zavallıların üzerine tutarak tekrar ıslattıktan sonra ve bir saat da şiddetli poyraz rüzgârına maruz bıraktıktan sonra ambara atmışlar. Sabaha kadar bir lokma ekmek, bir yudum sudan mahrum bırakılan bîçareler ancak sabahleyin serbest kalmışlar.

KADINLARIMIZA TECAVÜZ ETTİLER

Facianın buraya kadar anlatılan kısmına bizzat hedef olduk, daha sonra aldığımız bilgilere ve İtilaf Devletleri Tahkik (Araştırma, İnceleme) Heyeti’nin raporuyla da tespit edildiğine vakıf olduğumuz istihbarata göre; işgal gününde İzmir’in Kokaryalı (Güzelyalı), Göztepe, Ispartalı, Karantina… Semtlerinde meskûn olan (yerleşik olan, oturan) Müslüman evlerine Yunan askerleri tarafından gündüz vuku bulan tecavüzler (saldırılar) sonucunda, saldırıya maruz kalan evlerden bulabildikleri ne kadar kıymetli eşya, para vesaire var ise hepsi silahla zapt, daha doğrusu çalındığı gibi, o esnada iffetli Müslüman kadınların ırzına saldırılmış ve bakire kızların namusları kirletilmiştir. Hatta bunların birine dört Yunan askeri tecavüz ettikten sonra avret yerine Yunan bayrağı sokarak terk ettikleri, İtilaf Devletleri Tahkik Heyetleri’nin icra ettikleri geniş çaplı araştırmalar sonucunda doğrulanmıştır. Sokaklarda tesadüf edilen Türkler katledildikleri gibi, hele Ziraat Bankası’nın merdivenlerine sığınan altı masum yavrucak amansız bir surette yaylım ateşine tutularak telef edilmişlerdi. Bu şeytanca saldırılardan dolayı korku ile öteye beriye sığınan Müslüman ailelerin terk ettikleri haneleri, önce yağmaya uğratıldığı gibi, evlerinde ne kadar eşya varsa, aynalı dolaplarına varıncaya kadar çalınmıştır…”

Elbette, bütün bu rezillikleri yazmamızın amacı, o acıları tazelemek değildir. O işgal günü yaşananlar, ne insanlığa sığar şeylerdir, ne de savaş hukukuna uyan şeylerdir. Amacımız, Yunan-Rum “katliam ruhunu” teşhir etmektir. Ve yaşanan bu acılardan, facialardan ders çıkarmak içindir. Bugün, “Keşke Yunan galip gelseydi!” şeklinde birtakım herzelerle ortaya çıkanlara, Yunan’ın Rum’un dün neler yaptığını hatırlatmak içindir.

 

YARIN: İzmir Jandarma Alay Komutanı Yarbay Süreyya Bey o günü anlatıyor