Yıllardır emperyalizmin çevre ülkelerini ve özellikle ülkemizi denetim altına alma girişimlerini algılamada sorunlar yaşıyoruz. Emperyalizm; sanayi, teknoloji, kültür vb. alanları ön planda tutar. Aslında bu sektörlerin temelinde tarım ve tarıma yapılan yatırımlar yatmaktadır. “Bizim ülke olarak bunu algılamadan, yaşamakta olduğumuz sorunları çözüme kavuşturmamız olası değil!”

İşte ispatı, ABD Dışişleri eski Bakanı Dr. Henry Kissinger’ın sözünü anımsatmak isterim: “Eğer petrolü kontrol edersen bütün bölgeleri ve kıtaları, gıdayı kontrol edersen bütün insanları kontrol edersin” demedi mi?

Emperyalizm gıdaya bağlı olarak açlığı da bir silah olarak çekinmeden kullanır! Tarımda gözlemlenen el atma işlemi yıllar öncesine dayansa da 1948-1957 yıllarını (Marshall Planı) unutmamak gerekir. “Adı yardım olan bu planın aslında ABD’nin stoktaki gıda malzemelerini elden çıkarmasıdır.” Ne yazık ki yardımın karşılığı ülkemizden misliyle tahsil edilmiştir. Amerika Birleşik Devletleri bir devlete size insani yardım yapacağım veya size daha fazla özgürlük getireceğim diyorsa o devletin vay hâline! Sonraki süreçte ülkemiz tarımının elinin kolunun bağlanması, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) güdümündeki dış güçlerin desteği ile 12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen askeri darbe yönetimleri aracılığıyla uygulandığını görmek gerekiyor. Katılırsınız veya katılmazsınız ama 24 Ocak 1980 kararları ile ülkemiz tarımında serbest piyasa uygulamaları da bu dönemde gündeme sokulmuştur.

Bu süreçte ABD ve Avrupa Birliği (AB) gibi ülkeler hiç boş dururlar mı? Giderek artan tarım ürünleri stoklarını, hayvancılıktaki sığır fazlalığını eritmek için neler yaptılar neler?

Dünya Bankası aracılığıyla senaryolar mı yazmadılar? Ucuz dış kredi sağlanarak biz ve bizim gibi ülkelere damızlık sığır mı satmadılar?

Tarımda korumacılık kaldırılıp desteklemenin azaltılması, aba altından sopa gösterilerek istendi. Gıda dış alımlarına konan gümrük, sözde iç piyasayı terbiye etmek gerekçesine bağlanarak düşürtüldü. Önce süt tozundan başlanarak, tereyağı ve peynir gibi süt ürünleri, arkasından da et ve et ürünleri dış alımını yaptırdılar.

ABD ve AB ülkelerinden aldığımız milyonların üstünde sığır sayısı, o dönemde bile gerekli teknik ve ekonomik altyapı sağlanamadığından, bu hayvanların yarısına yakını kasaba gitti ya da bakım ve besleme hatalarından dolayı öldü. Ülkemiz hayvancılığının büyük bir yara aldığının farkında bile olamadık! Buna karşılık, ülkemiz onlar için sorun durumuna gelen sığırları alarak, onları rahatlattı.

İşin özünde ne mi oldu? “Bizim gariban, fakir Türk çiftçisi, zengin Batılı çiftçilere ve bizim tekelci firmalara yardım etmiş oldu.”

IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla ülkemizde ABD ve AB gibi ülkelerin kontrolünde destekleme alımlarına giren ürün sayısında azaltmalara gidildi.

Baktılar olmuyor, 10 Ocak 1996 tarihinde devreye giren Gümrük Birliği Antlaşması’yla tarımla ilgili olarak, aşamalarla tarım ürünlerinin dış alımına konan kimi kısıtlamalar-kotalar da kaldırıldı. Baktılar yine olmuyor, tarım ürünlerinde fiyat oluşumu serbest piyasaya bırakıldı. Baktılar yine olmadı, tarımsal kitler özelleştirildi, yine olmadı, Tarım Satış Kooperatifleri gibi örgütlerden devlet desteğini çektirdiler. Tarımsal desteklemeler, Doğrudan Gelir Desteği şekline dönüştürüldü. Bu da yeterince uygulanamadı, sonra yeniden ürün temelli destekleme yapılmaya başlandı. “Ülkemiz tarım işletmelerinin büyük bir çoğunluğunu oluşturan ve aile iş gücünü kullanan küçük ve orta ölçekli işletmelerdir.” En son baktılar yine olmuyor, desteklemeleri küçük ve orta ölçekli işletmelere değil de ağırlıklı olarak dev tarımsal işletmeler için (endüstriyel) yaptırdılar. Hiç kimse bunları göremedi maalesef.

Dünya borsa fiyatları ile iç piyasa fiyatları arasındaki fiyat farklarını öne çıkararak, ithalden yana tavır geliştirdiler. O dönemde dünya borsa fiyatlarının, Batı’nın elindeki stokları eritmek için uyarılmış fiyatlar olduğunu göremediler.

“Tarımsal ürün fiyatları, yaşanan enflasyona bağlı olarak artmadı. Tarımda arz esnek olmadığı için arttı!” Nüfus artış hızı, âdeta tarımsal üretim artış hızını gölgede bıraktı. “Bu yaşananların sonucu olarak açık bir şekilde tarımsal ürünlerin dış alımcısı durumuna düşürüldük.”

Tarımsal girdi fiyatları düşmediği için kırsal kesim giderek daha da yoksullaştı. Piyasa 3, 4, 5 ve 6 harfli az sayıda tarım ve gıda tekellerinin denetimine girdi. “İstedikleri gibi at koşturur hâle geldiler.” Bunun sonucu, “tüketici gıdaya yüksek bedeller ödeyerek (kaçıncı sınıf ürün aldığını bilmeden) ulaşırken, tüketicinin ödediği bedelin çok çok azı üreticiye ulaşabilir hâle geldi.” Köyden kentlere göç hızlandı. Sağlık, eğitim, iletişim, ulaşım ve sosyal yaşam şartlarının yeterli olmayışı veya eksik olması, kente göçün tuzu biberi oldu. Yoksullaşan ve işsiz kalan köylü nüfusu kentlere âdeta hücum etti.

“ABD ve AB ülkeleri kendi tarımını bir senfoniye dönüştürdü. Ne yazık ki ülkemiz tarımı aynı salonda çalıyor ama başka telden çalıyor.” ABD ve AB ülkelerinin kendi tarımı ve çiftçisine olağanüstü desteklemeleri sürerken; gelişmekte olan ülkelere de çeşitli senaryolarla tarımsal ürün stoklarını ve hayvan fazlalıklarını, tarım ataşelerini de aktif olarak kullanarak hâlâ pazarlamaktadırlar.

ABD ve AB görünmez elini ne ülkemiz ekonomisinden ne de ülkemiz tarımından hiçbir zaman çekmedi. IMF, uluslararası para sistemini kontrol eden bir kuruluş, Dünya Bankası ise gelişmekte olan ülkelere finansman sağlayan küresel bir kurum. Bunlar aracılığıyla ülkemiz, ABD ve AB gibi ülkelerce finansal abluka altına alınmaya başlandı, ablukanın dozu her geçen gün giderek de artırılıyor.

Son söz: Türkiye’nin kurucusu, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi, “Millî ekonominin temeli tarımdır” ilkesinden hareketle, tarım sektörüne gereken önem mutlaka verilmelidir. “17 Şubat-4 Mart 1923 tarihlerinde toplanan İzmir İktisat Kongresi’nin ana teması tarım olmuştur.” Tarımda gereken önlemler alınarak, dışa bağımlılıktan bir an önce kurtulmak zorundayız. Bunu yapacak gücümüz vardır, helvayı yapacak usta aranıyor!...