Bizim bir meselemiz var!


Merhum edebiyatçı Rasim Özdenören, “Bir meselesi olmayan biri yola çıksa ne yazabilir?” diyordu.
Bizim meselemiz var: Türk milletini koruma, yaşatma ve yüceltme gibi kutsal bir mesele…
İnandığımız ve iman ettiğimiz bu davaya hizmet etme sorumluluğumuz var. Milliyetçi-Ülkücü bir yazar olarak, Türkiye merkezli her gelişmeye ve yaşanan her olaya bu bakış açısıyla yaklaşıyor; duygu ve düşüncelerimizi bu doğrultuda kaleme alıyoruz.
Hizmet etmeyi mesele edindiğimiz bu kutlu davayı ve Türk dünyasına yönelik ülkümüzü, 2018 yılından bu yana Türkgün Gazetesi aracılığıyla kararlılıkla ve inançla dile getiriyoruz. Türkgün, Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin öncülüğünde kurulmuş, adını bizzat kendisinin verdiği bir yayın organıdır.
Türkgün’ü misyonuna uygun şekilde yaşatmak, bu harekete gönül vermiş herkesin ortak sorumluluğudur. Bu sorumluluğu görmezden gelmek, davaya sırt çevirmekle eşdeğerdir. Elbette, okuyucuların hayat şartları gereği zaman zaman ihmalleri olabilir. Ancak, bu hareket içinde görev, yetki ya da temsil sorumluluğu taşıyanların Türkgün’e sahip çıkmama gibi bir lüksü yoktur.
Ne yazık ki bazıları bu sorumluluğu yerine getirmiyor. Birkaç saniyesini ayırıp Türkgün’ün bir haberini veya köşe yazısını sosyal medyada paylaşmayanların, bu kutlu yürüyüşe ne kadar katkı sunduğu sorgulanmalıdır. Bu ilgisizliğin gerekçelerini gerçekten merak ediyorum.
İl ve ilçelerde Türkgün’e gereken hassasiyeti göstermeyenlerin, başka hesaplara karşı daha duyarlı olduğu dikkatimizden kaçmıyor.
Onlar gerçek niyetlerinin görülmediğini mi sanıyor?
Ne konuştukları bilinmiyor mu sanıyor?
Yanılıyorlar.
Biz hem sorguluyor hem de her şeyi açık, net ve ibretle izliyoruz.
Ne diyelim, Allah büyüktür…
Türkgün’e gösterilen duyarsızlık, ilgisizlik ya da görmezden gelme tavrı bazılarına basit gelebilir. Ancak bu gazete; davamıza, hareketimize, değerlerimize ve sembollerimize yönelik saldırılara karşı yedi düvele karşı mücadele veren bir cephedir. Türkgün’e sahip çıkmayanlar, farkında olsun ya da olmasın, bu saldırılara alan açıyor. Bunun vebali büyüktür.
Geçmişte dile getirdiğimiz uyarı, çağrı ve sitemleri bugün de yineliyoruz. Böylece üzerimize düşeni bir kez daha yapıyor, sorumluluğumuzu yerine getiriyoruz. Ders almak isteyen için buradan yeterince mesaj var. Almak istemeyenler ise günü geldiğinde kendi kaderiyle yüzleşecektir.
Biz, “mesele” edinerek çıktığımız bu yolda, kalemimizle korkmadan ve yılmadan mücadele edeceğiz. Dünler buna şahit olmuştur. Geçmişte bunları yazdığımız, çekinmeden dile getirdiğimiz için birileri bizi “personel” gibi görmeye kalkmıştı. Bugün de onların palazlanan yeni versiyonları aynı zihniyetle karşımıza çıkıyor. Aramızdaki temel fark şu: Onların koşarak kabul ettiği makam ve sıfatları, biz her dönem elimizin tersiyle ittik.
Çünkü biz hayata para, makam ve unvan gözlüğüyle değil; dava, ahlak ve fedakârlık penceresinden bakıyoruz.
“Vazgeçmek” kavramını hiç tanımamış olanların, bizim tavrımızı anlaması mümkün değildir.
Bu tür yaklaşımlar karşısında, geçmişte anlattığım Nasreddin Hoca fıkrasını bu yeni versiyonlara bir kez daha anlatmak isterim:
Sıcak bir yaz günü Nasreddin Hoca’yı iftara çağırmışlar. Ortaya önce bir tencere soğuk hoşaf gelmiş. Muzip ev sahibi eline bir kepçe almış, misafirlere ise birer tatlı kaşığı vermiş. Ev sahibi, her kepçeyle içişinde, “Oohhh, öldüm!” diyormuş. Hoca ve diğer davetliler, ellerindeki küçücük tatlı kaşıklarıyla hoşafı içmeye çalışıyor; ama ne susuzlukları geçiyor ne de hoşafın tadını alabiliyorlar. Derken hoşaf tenceresi bitmek üzere…
Hoca dayanamayıp ev sahibine seslenmiş:
“Efendi,” demiş, “Senin devamlı ölüp dirilmen bizleri çok üzüyor. Şu kepçeyi ver de senin yerine biraz da biz ölelim!”
Biz “az” ile yetinmesini biliriz. Ama sizin “çok” ile hâlâ yetinmeyi öğrenememiş olmanız büyük bir eksikliktir. Zaten sizin tedavi edilmesi gereken “meseleniz” de budur…
Dava meselesinde kişisel ve nefsi hesap olmaz.
Ömrünü davaya adamış “o asil çizginin peşinden yürümek,” meselenin özüdür. Ne mutlu hesap yapmadan o çizginin peşinden yürüyenlere…