Mehmet Akif Ersoy'un adını kirli esprilere alet etmeyin
Geçtiğimiz hafta “Habertürk” merkezli bir uyuşturucu ve cinsel içerikli organizasyona yönelik bir operasyon gerçekleştirildi. Ancak görünen o ki soruşturma tek bir adresle sınırlı değil; operasyon dalga dalga genişliyor, farklı alanlara ve isimlere sıçrıyor.
Operasyonun resmî adı “Mehmet Akif Ersoy Operasyonu” değildir. Buna rağmen televizyonlarda ve özellikle sosyal medyada bu adlandırmanın bilinçli biçimde dolaşıma sokulduğu açıkça görülmektedir. Suçlamanın odağında Mehmet Akif Ersoy isimli bir gazeteci bulunsa da, bu isimlendirmeye dair hiçbir resmî karşılık yoktur.
Asıl acı olan ise, bu tür ağır suçlamalar üzerinden İstiklal Marşı’mızın şairi, iman ve ahlak timsali Mehmet Akif Ersoy’un eserlerinin, sözlerinin ve aziz hatırasının istismar edilerek alay konusu hâline getirilmesidir.
Örneğin; Habertürk’te görev yapan Mehmet Akif Ersoy ile Ela Rumeysa Cebeci’nin isimleri ve fotoğrafları yan yana getirilmekte, bu görsellerin altına Millî Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’a ait olan “Allah bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın.” sözü iliştirilmektedir. Ardından bu söz üzerinden kahkahalar atılmakta, sözde espriler üretilmektedir.
Oysa bu sözün arka planı son derece derin ve ibretliktir. Mehmet Akif Ersoy, 1936 yılında Mısır’dan ağır hasta hâlde yurda döner. Hasta yatağında kendisini ziyaret edenlerin, “İstiklal Marşı yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı?” sorusu üzerine Akif merhum, adeta bir dua edercesine şu cevabı verir:
“Allah bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın.”
Bu ifade, hafife alınacak ya da mizah malzemesi yapılacak bir söz değildir; bir milletin bir daha ölüm kalım savaşı vermemesi için edilen samimi ve içten bir duadır.
Ortada fuhuş ve uyuşturucu gibi son derece ağır suçlamalar vardır. Ancak ne yazık ki bu çirkinlikler konuşulacağına, iman ve ahlak abidesi Mehmet Akif Ersoy’un ismi üzerinden meseleyi sulandıran, değersizleştiren bir zihniyet devreye sokulmaktadır. Bu durum yalnızca bir seviyesizlik değil; aynı zamanda değerlerin aşındırılmasının ve ahlaki çöküşün açık bir göstergesidir.
Tam bu satırlar kaleme alınırken, Oda TV’de yayımlanan “Ruşen Çakır’dan ‘Safahat’ gafı” başlıklı bir habere de rastladım. Ruşen Çakır, Medyascope YouTube kanalında Kadri Gürsel ile yaptığı programda dikkat çekici bir gaf yaparak, Mehmet Akif Ersoy’un en önemli eseri olan Safahat’ı; anlamı “zevk ve eğlenceye düşkünlük, hovardalık” olan sefahat şeklinde telaffuz etmiş ve şu ifadeleri kullanmıştır:
“Mehmet Akif Ersoy’un kitabıydı değil mi ‘Sefahat’? Öyle bir olay mı yaşıyorlar, yoksa organize bir suç mu işliyorlar?”
Bu sözler, basit bir dil sürçmesinin çok ötesinde; Safahat gibi bir kültürel mirasa, edebî ve tarihî hafızaya ve millî değerlere karşı sergilenen büyük bir gaflet ve ciddiyetsizliktir.
Oysa Mehmet Akif Ersoy, Safahat’a yüklediği anlamı ve eserine bakışını şu dizelerle ifade etmiştir:
“Arkamda kalırsın, beni rahmetle anarsın.
Derdim sana baktıkça, a biçare kitabım!
Kim derdi ki: Sen çök de senin arkana kalsın,
Uğruna harap eylediğim ömr-i harabım?”
Bu dizeler, Safahat’ın yalnızca bir kitap değil; bir ömrün, bir mücadelenin ve bir iman ahlakının kaydı olduğunu göstermektedir.
Bugün yapılan ise tam olarak budur: Bir ömrü, bir ahlakı ve bir milleti ayakta tutan değerleri, ucuz esprilere ve kirli gündemlere meze etmek…
Mehmet Akif Ersoy, “Ahlakımız Yükselmeli” şiirinde şöyle seslenir:
“Sade bir sözdür fakat hikmetlerin en mücmeli:
Bir halâs imkânı var: Ahlâkımız yükselmeli.
Yoksa pek korkunç olur katmerleşip hüsranımız…
Çünkü hem dünya gider, hem din, eğer yapmazsanız.”
Bu dizelerde açıkça vurgulanan hakikat şudur:
Asıl kurtuluş, ahlâkın, imanın ve karakterin yükselmesindedir. Bir millet ahlâken çökerse, ne vatanını koruyabilir ne de dinini yaşatabilir. Böyle bir çöküşün kaçınılmaz sonucu ise hem maddî hem manevî bir yıkımdır.
Bugün ahlaksız esprilere malzeme yapılan Mehmet Akif Ersoy; yokluk içinde onurla yaşamış, asaletin, karakterin ve şahsiyetin sembolü bir dava adamıdır.
1921 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından açılan İstiklal Marşı yarışmasına, yarışmada para ödülü bulunması sebebiyle katılmak istememiş;
“Millî marş para karşılığı yazılmaz” diyerek bu teklifi reddetmiştir.
O günlerde Ankara’da dondurucu soğuklar hüküm sürerken, Mehmet Akif Ersoy’un sırtında doğru dürüst bir paltosu dahi yoktur. Rivayete göre, sahip olduğu tek paltosunu da kapısına gelen bir yoksula vermiştir.
Mehmet Akif Ersoy, 1925 yılında gönüllü bir sürgün olarak Mısır’a gitmiştir. Onun için Mısır yılları; yalnızlık, maddi sıkıntılar ve derin bir hüzün demektir. Vatan hasretiyle geçen bu yılları anlatırken şu cümleyi kurmuştur:
“Orada 11 yıl kaldım; ama bir an oldu ki, 11 gün daha kalsaydım çıldırırdım.”
Yurda döndüğünde ağır hastaydı. Hayatının son dönemlerinde adeta bir deri, bir kemik kalmıştı.
Bu acı tablo; bir ömrünü vatanına, milletine ve inandığı değerlere adamış bir şairin sessiz ve onurlu çilesinin özetidir. Ne acıdır ki, cenazesinde dahi gerektiği gibi sahip çıkamadığımız; üniversite gençliği olmasaydı neredeyse yalnızlığında kara toprağa uğurlanacak bir dava adamından söz ediyoruz.
Böyle bir şahsiyeti, böyle bir iman ve ahlak timsalini; uyuşturucu ve fuhuş gibi kirli suçlamalar üzerinden yapılan ucuz esprilere, seviyesiz benzetmelere ve ahlaksız mizaha alet etmeye kimsenin hakkı yoktur.
Bu, yalnızca bir edepsizlik değil; tarihe, millete ve değerlere karşı işlenen açık bir saygısızlıktır.
Haddinizi bilin.