Akif bu vatanın selametini ve bu memleketin yükselmesini herkesten çok istemiştir. Akif, vatan sevgisini, aile sevgisinin üstünde tutmuştur. Bir vatan haini gibi arkasında polis hafiyesi gezdirilmesine ve adım adım takip edilmesine tahammül edemediği için öz vatanını terk etmek, Mısır’a gitmek zorunda kalmıştır.

Memlekete ihanet muamelesi etkili oldu

Mehmet Akif 1914-1925 yılları arasında toplam 5 defa Mısır’a gitmiştir. Akif’in Mısır’a ilk gidişi Ocak 1914’tedir. İki ay süren seyahatinde Akif, İstanbul, Kahire, El-Uksur (Lüksor), Kahire, Medine, Şama; İstanbul güzergâhını takip etmiştir. “El-Uksur’da” şiiri, bu seyahatin intiba ve duyguları ile yazılmıştır. Seyahatin masraflarını, dostu Abbas Halim Paşa karşılamıştır. Abbas Halim Paşa, sevdiği ve önem verdiği ilim ve fikir adamlarının görmeleri icap eden memleketlere seyahat etmelerini temin eder, masraflarını karşılardı.

Mehmet Akif’in ikinci Mısır seyahati, resmi bir görev ile Mayıs 1915’te başlamış, dönüşte Şam ve Beyrut’a da uğramış ve Ekim 1915’te İstanbul’a gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ne sadık kalan Necid Şeyhi’ne yapılan bu resmi ziyaret sırasında, ikinci defa Medine’ye uğrayan Akif, bu ziyaretin duygularını “Necid Çöllerinden Medine’ye” şiirinde anlatmıştır.

Mehmet Akif, Birinci Dünya Savaşı ve mütareke yıllarının ardından Mustafa Kemal Paşa’nın davetine uyarak Ankara’ya geçti. 24 Nisan 1924’te Ankara’ya gelen Akif, Burdur Mebusu seçilerek TBMM’ye katıldı. İstiklal Marşı’nı yazdı. Anadolu’yu dolaşıp Milli Mücadele’nin manevi önderlerinden oldu. Büyük hizmetler yaptı.

Kurtuluş Savaşı ile düşman yurttan çıkarıldı. Mayıs 1923’te ilk Meclis, seçimler nedeniyle tatil edildi. Bunun üzerine Mehmet Akif, Ankara’da bulunan ailesiyle birlikte İstanbul’a döndü. Ağustos 1923’te yenilenen II. Dönem TBMM seçimlerinde Akif milletvekili seçilmedi.

Ekim 1923’te Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine onunla birlikte Mısır’a gitti. Kışı orada geçirip, 1924 yılı baharında tekrar yurda döndü. 1924 yılı sonunda aynı şekilde Mısır’a gitti, kışı orada geçirdikten sonra 1925 yılı baharında yurda döndü.

MISIR'A GİDİŞİNİN SEBEBİ NE İDİ?

Akif, Kur’ân meâli hakkındaki sözleşmeyi imzaladıktan sonra 1925 yılının ekim ayı sonunda Mısır’a tekrar gitti. Bu en uzun süreli ve son gidişi olacaktı. Yaklaşık on sene altı ay vefatı öncesine kadar da orada kaldı. 17 Haziran 1936’da hastalığı ağırlaşmış vaziyette İstanbul’a döndü. Bu uzun süreli son gidişi hakkında çok çeşitli yorumlar yapılmıştır. “Şapka İnkılabı’na karşı çıktığı için yurdu terk ettiği” dahil birçok asılsız iddia ortaya atılmıştır. Fakat Akif’in daha çok “polis takibatından” rahatsız olduğu için, bunu hazmedemediği için Mısır’a giderek bir daha yurda gelmediği şeklindeki açıklama akla daha yatkındır. Yakın dostlarından Neyzen Tevfik’in (Kolaylı) kardeşi Şefik Kolaylı 31 Aralık 1950 günü yapılan bir toplantıda konuşarak şunları söylemiştir:

“Pendik Bakteriyolojihanesi Müdürü idim. Akif bana geldi. Yanında Prof. Fazlı Yegül de vardı. Yarın Mısır’a gideceğini ve ve arz-ı vedaa geldiğini söyledi. Çocuklarının tahsil ve terbiye çağı olduğunu, şimdi Mısır’a gitmekle çocuklarının tahsillerinin sekteye uğraması muhtemel bulunduğunu ileri sürerek, kararından vazgeçmesinde ısrar ettik. Akif, büyük hüzün ve teessür içinde dedi ki:

‘Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben, vatanını satmış ve memleketine ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum.’ Arkadaşlar, Akif’e yobaz dediler, softa dediler, gerikafalı dediler, şapka giymemek için Mısır’a gitti dediler, inkılabı hazmedemedi dediler. Hayır arkadaşlar hayır, Akif, cumhuriyete inanmıştır.

Akif bu vatanın selametini ve bu memleketin yükselmesini herkesten çok istemiştir. Akif, vatan sevgisini, aile sevgisinin üstünde tutmuştur. Bir vatan haini gibi arkasında polis hafiyesi gezdirilmesine ve adım adım takip edilmesine tahammül edemediği için öz vatanını terk etmek, Mısır’a gitmek zorunda kalmıştır.”

MISIR’DA NEREDE VE NASIL YAŞADI?

Mehmet Akif, Mısır’a geldiği ilk iki yılda Abbas Halim Paşa’nın misafiri oldu. Paşa’nın Kahire’ye 45 dakikalık bir mesafede bulunan Hilvan’daki büyük sarayının karşısında küçük bir köşk vardı. Burası Akif’e tahsis olunmuştu. Akif burada çok sakin, müsterih bir hayat geçirdi. Burada geçirdiği yılların hayatının en sükûnetli zamanları olduğunu daima arkadaşlarına söyledi.

Sonra ailesini yanına getirten Akif, Hilvan’ın kenarında, çöl yakınında küçük bir ev tutarak buraya yerleşmiştir. Burada adeta münzevi denecek bir hayat yaşamıştır.

Akif, Mısır hayatının ikinci yarısında Kahire Üniversitesinin (El-Camiatü’l-Mısriyye) “Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü”nde Türkçe (Lisan-ı Türkî) öğretmenliği yapmıştır. Haftada iki gün Kahire’ye iner, üniversitedeki dersini okutur, dersten çıkar çıkmaz hemen trene atlar, Hilvan’a dönerdi.

Bazen Prens Halim Bey’in dairesine uğrar, İmadeddin Bey’i ziyaret eder, bazen de Ezher’e gider, orada pek sevdiği Yozgatlı İhsan Efendi’nin odasında oturur, Türk öğrenciler ile birlikte çay içer, sohbet eder, geç kalmış gibi hemen koşa koşa Hilvan’a dönerdi.

Kışın Abbas Halim Paşa Hilvan’a gelince daima onunla görüşür, Kahire’de Prens Halim Bey’i ziyaret eder, onların sohbetlerinden büyük zevk alırdı. Bir de Hilvan’da onun çok sevdiği bir dostu vardı: Abdülvehhâb Azzâm. Ahlakı da irfanı gibi yüksek olan bu aziz dost da onun için büyük bir varlıktı.

Fakat yaz geldi mi, artık görüşecek kimse kalmıyor, büsbütün inzivagâhına çekiliyordu. Ara sıra Ezher’deki birkaç Türk talebe onu ziyaret eder, onlarla hoş vakitler geçirirdi.

Şehirde dolaşmaktan, kalabalıktan, insanlardan çok sıkılırdı. Eşref Edib 1932’de ilk Mısır’a gittiği zaman Kahire’nin görülecek yerlerini ona göstermek için birkaç saat şehirde kalışı onu adeta bunaltmıştı. Eşref Edib’e kulak verelim:

Büyük bir i’zâz (ağırlama) olmak üzere, birlikte Ezher’i, müzeyi, Darülfünun’u, Hayvanat Bahçesi’ni, büyük camileri gezdik, ehramları gördük.

Bir cuma günü de Mısır’ın, belki de İslam âleminin en mümtaz, en güzel okuyan Hafızı, Şeyh Muhammed Rifat’ı dinledik.

‘- Bir de buranın en meşhur muganniyesi Ümmü Gülsüm var, onu da bir gece sen gider, dinlersin’ dedi.

Görüyordum ki, üstad şehirde bunalıyordu. Kahire’de biraz fazla kaldık mı, çok sıkılıyordu. Geçirdiği münzevi hayat onu büsbütün şehirden uzaklaştırmıştı. O muazzam şehrin hiçbir şeyi onu eğlendirmez, cezbetmezdi.

O, yalnız inzivagâhında düşünmekle, yazmakla, okumakla vakit geçirir, başka şeyde zevk bulmazdı.

Akif evine döner dönmez hemen entarisini giyer, abdest alır, namaz vakti ise namazını kılardı. İnziva hayatı, senelerce Kur’ân tercümesiyle meşguliyet, onu takva sahibi yapmıştı. Kur’ân’ı su gibi ezbere okurdu.

AKİF’İN EViNDEKİ EŞYALAR

Ev eşyası namına odasında birkaç kanepe, iki demir ayak üzerine konulmuş birkaç tahtadan ibaret karyola vazifesini görür bir şey, bir hasır seccade, bir çift nalın, bir divit, bir de duvarda Hikmet Bey’in Afganistan’dan gönderdiği bir seccade… Bu seccade lüks sayılırdı. Fakat o, en kıymettar bir hediye idi. Bu nedenle Akif, Eşref Edib’e “Konu komşu eşyasını görmesin diye evden taşındığı zaman, geceleri taşındığını” söylemişti.

EŞİ VE ÇOCUKLARI MISIR’DA

Mısır’da, Akif’in ev hayatı o kadar müsterih değildi. Eşi ve iki oğlu, Emin’le Tahir yanındaydı. Emin’i Mısır’a gelirken yanında getirmiş, eşini ve diğer oğlu Tahir’i sonradan getirtmişti. O sıra (1930) kızı Cemile muharrir Ömer Rıza Doğrul ile, Feride iş adamı Muhiddin Akçor ile ve Suad ise Veteriner Hekim Yüzbaşı Ahmet Argon Bey ile evli idiler.

Eşi İsmet Hanım sürekli rahatsızlığı olduğu için ev işlerini layıkı ile görebilecek halde değildi. Bu nedenle Akif, evin düzeni ve tertibi ile de doğrudan doğruya kendisi ilgilenmek durumunda idi. Seyahatler ve devamlı hicretlerden dolayı çocuklarının eğitimleri ile de düzeni muhafaza edememişti. Ona da çok üzülüyordu.

“- Bu aile gaileleri beni çok yordu. Bu gailelerden azade olsaydım daha güzel eserler yazardım.” diyecektir.

Safahat’ın Gölgeler’indeki şu kıtasını eşi İsmet Hanım’a yazmıştır:

“Seni bir nura çıkarsam, diye, koştum durdum,

Ey, bütün dalgalı ömrümde, hayat arkadaşım!

Dağ mıdır, karşı gelen, taş mı, hep aştım, lâkin,

Buruşuk alnıma çarpan bu sefer kendi taşım!”

Akif, Mısır’da oğlu Emin’e Arapça okutmak için İstanbul’da Muallim Mahir’den bir “El-Müşezzeb” ister. O da bulup gönderir. Bu nedenle Akif, 12 Nisan 1926 tarihli mektubunda şunları yazmıştır:

Kitaba çok memnun oldum. Bakalım bizim Emin’e onu okutmak istiyorum. Lisan hafıza işi; oğlanda ise o meleke ötekilerden de berbat! Ramazanın başından beri çalıştığı ‘Tebbet yedâ suresini’ Kadir Gecesi dinletebildi, o da dört yanlışla! Sonra da bana, ‘Baba beni hâfız mı etmek istiyorsun?’ demesin mi? ‘Oğlum, böyle bir şey aklımdan geçmedi. Zaten baksana, maazallah öyle bir tasavvurum olsa, bu gidişle ömr-i beşer (insan ömrü) değil, ömr-i beşeriyyet (insanlığın ömrü) bile yetişmeyecek’ dedim.

Mamafih çocuğun gayet iyi bir hali var. Kendisinden son derece memnun.

Oğlu Emin 1925-1934 yılları arasında Mısır’da kalmış, Akif onu 1934 yılında askerliğini yapması için Türkiye’ye göndermiştir.

AKİF NELER YİYORDU?

1932 yılında Mısır’da Akif’i ziyaret eden Eşref Edib’in anlattığına göre, “Mehmet Akif, sabahları erken kalkar, çayı hazırlar, sonra onu uyandırır, birlikte kahvaltı ederlerdi. Akif, eskisi gibi yemiyordu. Pek az yiyordu. Gündüzleri sabah kahvaltısı ile iktifa ediyordu. Son zamanlarda çay da çok içmiyordu. Akşamları ise hafif sebze ve yoğurttan başka bir şey yemiyordu. ‘Burada başka türlü yaşanmaz’ diyordu.

Yemekte çok tenevvü (çeşit) istemezdi. Bir, nihayet iki kap yemek. Fakat nefis ve bol olmasını arzu ederdi.

İstanbul’da Çengelköyü’nde oturduğu zaman çok iyi bir aşçısı vardı. Nefis yemekler yapardı. Hilvan’da Abbas Paşa’nın köşkünde geçirdiği zamanlarda nefis yemeklerle pek ülfet (alışkanlık, yakınlık) hasıl etmişti. Ayrı eve çıkınca yemekleri hayli sadeleşti.”

 

YARIN: AKİF, NELERİ VE KİMLERİ DİNLİYORDU?