Biz milletler mücadelesi diyoruz ya, hik3aye sanıyorlar ya da bir klişe..

Alâkası yok!

Milletler mücadelesi bir dünya yasasıdır ve tarihidir.

Güncel olayları geçmişin kalburundan geçirenler bu gerçekle yüzleşirler.

Çünkü güncel olaylar fena halde geçmişin izini sürer.

Önümde iki ayrı kitap var:

Biri, İbn-i Haldun'un "Mukaddime"si..

Diğeri ise, Amerikalı siyaset bilimci  Tim Marshall'ın  "Coğrafya Mahkumları-Dünyanın Kaderini Değiştiren On Harita" sı..

İbn-i Haldun, "Coğrafya kaderdir!" hükmü ile bilinir; Tim Marshall ise İbn-i Haldun'dan yaklaşık yedi asır sonra, güncel olayları coğrafyanın olağanüstü etkisiyle anlatıyor: Kıta kıta, ülke ülke coğrafya analizleri yapıyor ve asırlar sonra İbn-i Haldun'u tasdik ederek milletlerin davranışlarının değişmediğini ilan ediyor. Kitapta incelenen on harita içinde Orta Doğu'ya ayrı bir yer ayrılmış. Bölgenin özellikle mezhepler üzerinden yaşadığı bölünmeleri dağları ve çölleri hesaba katarak tahlil eden yazar, Sykes-Picot sisteminin bozulduğunu, tekrar bir araya getirilmesi için uzun ve kanlı bir mücadele gerekeceğini belirtiyor.

Hiçbir millet-devlet, coğrafyanın baskısından kenara kaçamaz; coğrafya öylesine güçlü bir politik güce sahiptir ki kendisine duyarsız davranan her toplumu ama öyle ama böyle cezalandırır.

Türkiye, güçlü ve istikrarlı bir milli devlet; ancak tarihin izini sürmek zorunda.

Türkiye'nin, Orta Doğu ve Akdeniz'de seyirci pozisyonunda kalmasını öngörenler var. Bu mümkün değil; seyirci kalan, maruz kalır! Milletler sistemi, bir siyaset denklemidir; bu denklemde barışın diliyle konuşurken de gerilime hazır olmak tarihin emrettiği bir tedbirdir. Milletler sisteminde siyasetin sınırları, fiziki sınırların ötesindedir. Buna jeopolitikanın diliyle açıklık getirecek olursak şunu söyleyebiliriz: Siyasi sınırları milli çıkar belirler ve bağımsızlığın temel gereği olan milli mukavemet tarihin sınırlarında başlar. Türkiye'nin, Barış Pınarı Harekâtı'na karşı olanlar jeopolitikayı bilmiyor ve milli bağımsızlığın sinik politikalarla zedelenebileceğini görmüyorlardı. Anlamıyorlardı ki Amerika'nın kıtalar, okyanuslar aşarak kendisine ait olmayan topraklarda ne işi vardı? Rusya, Suriye'de neden üs kurmuştu? Fransa, Libya'da ne arıyordu?

Bütün bu ülkeler geçmişin izini sürüyorlar. Türkiye olan bitene seyirci mi kalmalıydı? Sınırlarını güvence altına almak için sarf ettiği çaba ne kadar değerli ise, Kıbrıs açıklarında petrol arama hamlesi o kadar haklı ve şimdi de Libya'da anlaşmalar çerçevesinde, yerini alması o kadar meşru ve doğru.

Batının iş birlikçisi Hafter'in, paralı askerlerle giriştiği saldırı Libya'nın iç işleri olmaktan çıktı; emperyal oyunların gölgesinde işgal girişimine döndü.

Türkiye, Libya'da milletler rejiminin en üst kurumu olan Birleşmiş Milletler'in tanıdığı seçilmiş hükümete katkı sunmak için denklemde yerini alırken ortaya çıkan gürültüler oryantalist bir mecradan besleniyor gibi. Batılı zihniyet kime yanlış ve kötü diyorsa onun karşısında pozisyon alan muhalefet anlayışı, tarihin karşısında mesuliyet taşımaktan kurtulamaz.

Milli hassasiyetten uzak, kozmopolit her siyasi çıkış, sahibini gerçekler karşısında mahçup ve mahkûm eder.