İstanbul, bulunduğu konum itibarı ile Asya kıtasını Avrupa kıtasından ayıran, Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan özelliğinden dolayı tarihi süreç içerisinde eşsiz bir şehir olarak varlığını sürdürmüştür. Bu açıdan Asya’dan Avrupa’ya, Karadeniz’den Akdeniz’e geçiş yollarının kesişim noktasında bulunması, önemini her zaman korumasını sağlamıştır. Mevcut konumu ona bu biçimde bir anlam yüklediği gibi zaman zaman güvenlik konusunda tehlikelerle karşı karşıya kalmasına da neden olmuştur. Diğer taraftan tarihi geçmişi son yapılan arkeolojik araştırmalarla bundan 8500 yıl öncesine kadar götürülen İstanbul, kurulduğu günden itibaren farklı devletlerin egemenliği altında bulunmuş, bu yapısından dolayı doğal olarak değişik kültürlere de ev sahipliği yapmıştır.

Geçmişte 330-395 yılları arasında Roma İmparatorluğu, 395-1204 yılları arasında Doğu Roma İmparatorluğu, 1204-1261 yılları arasında Latin İmparatorluğu ve 1261-1453 yılları arasında tekrar Doğu Roma İmparatorluğu gibi önemli imparatorluklara başkentlik yapmış olan İstanbul, 29 Mayıs 1453’te Türkler tarafından fethedilmiştir. Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilen İstanbul, bu defa da Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti hâline getirilmiştir. Bu fethin gerçekleştirilmesi ve İstanbul’un başkent yapılması Osmanlı İmparatorluğu’nun tam ve gerçek anlamı ile kuruluşunu ifade etmiştir. Çünkü fetihle imparatorluğun Anadolu ve Rumeli’deki toprakları birleştirilmiş ve bu şekilde imparatorluk çok önemli bir güç durumuna gelmiştir.

İstanbul’un 1453’te fethedilmesi Türk-İslam tarihi açısından olduğu kadar genel manada Hristiyan Batı tarihi açısından da çok farklı bir anlam taşımaktadır. Şöyle ki bu fetihle Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti olan ve Hristiyanlık için önemli bir merkez sayılan İstanbul, Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olmuş ve İslamiyet için önemli bir merkez konumuna yükselmiştir. Böylece eski kimliğinden farklı tamamen yeni bir kimliğe, Türk-İslam kimliğine bürünmüştür. Başta siyasi, idari, dini, sosyal, kültürel, ekonomik hususlarda olmak üzere birçok açıdan büyük bir dönüşüm yaşamıştır. Bu dönüşüm fetihten hemen sonra başlamış ve takip eden yıllarda da her geçen gün artarak devam etmiştir. Yaşanan dönüşüm klasik dönemden modern döneme geçişte de kesintisiz olarak süreklilik arz etmiştir.

1453’te gerçekleşen fetihle birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun yeni başkentinde ortaya konulmaya başlanan imar ve iskân çalışmaları ile bizzat Fatih Sultan Mehmet tarafından Türk-İslam İstanbul’unun temelleri atılmıştır. Bu devrede İstanbul gelişmiş Osmanlı şehircilik geleneği ile planlı bir şekilde baştan başa yeniden düzenlenmiştir. İstanbul’un yeni dokusu oluşturulurken, bu tarihi tecrübeye dayanan büyük bir hazırlığın, ciddi bir stratejinin ve gelecek tasavvurunun eseri olmuştur. Bunun için bayındırlık faaliyetleri kadar, şehrin toplumsal dokusuna, iktisadi yapısına, dini hayatına, başkentin her açıdan temsili ve merkezî konuma yükselmesine yönelik çalışmalara da büyük önem verilmiştir. Bütüncül açıdan şehirde bir değişim ve dönüşüm hareketi başlatılmıştır.

TÜRK-İSLAM İSTANBUL’U

Fatih Sultan Mehmet döneminde, bu düşünce ile hareket edilirken fetih küçük, İstanbul’un imar ve iskânı, toplumsal gelişimi, iktisadi yapısı, dini hayatı, başkentin her açıdan temsili ve merkezi konuma yükselmesi ile ilgili çalışmalar büyük savaş olarak kabul etmiştir. Yapılanlar açısından değerlendirildiğinde, Fatih Sultan Mehmet döneminin sonlarında daha o zaman, bu yönde ortaya konulan çalışmalarla temel yapısıyla Türk-İslam İstanbul’unun kurulduğu kabul edilebilir. Yani aslında Fatih Sultan Mehmet şehri fetheder etmez burada Türk-İslam İstanbul’unun temellerini atmıştır. Bu şekliyle sadece İstanbul’u fethetmekle kalmamış, şehirde Türk-İslam kimliğinin yerleşmesinin de öncüsü olmuştur.

İstanbul’un 1453’te Türkler tarafından fethedilmesi Hristiyan Batı dünyası için çok sarsıcı olmuştur. Osmanlı zaferi Avrupa’da büyük bir şaşkınlığa yol açtığı gibi kimse bu duruma inanamamıştır.

Nitekim Fatih Sultan Mehmet döneminde bu yönde ortaya konulan çalışmalar onun halefleri tarafından daha da ileri bir noktaya taşınmış ve şehir büyük bir imparatorluğun başkenti olarak önemli bir merkez kimliğine kavuşmuştur. Artık İstanbul, tarihindeki ikinci ve belki de diğerlerinden hayli farklı bir zeminde gelişen dönüşümüne de adım atmıştır. Yeni sahiplerinin elinde, tarihî yarımadanın dışına taşmaya başlayarak zamanla büyük bir imparatorluk merkezinin renkli hayatının hâkim olduğu, konumunun hinterlandının öngördüğü şekilde farklı kültürlerin bir arada yaşayarak kaynaştığı büyük bir merkez özelliği kazanmış, bir cazibe merkezi hâline dönüşmüştür. Ekonomik bakımdan da bütün dikkatler İstanbul’un üzerinde toplanmıştır. Bilim, kültür, sanat gibi konularda da İstanbul daha ileri bir noktaya gitmiştir. Büyük bir gelişim ile çeşitli açılardan göz kamaştırıcı bir şekil almıştır.

İstanbul, Fatih Sultan Mehmet ve onun haleflerinin elinde yeni bir medeniyet ve devletin merkezi olarak her geçen gün gelişmesini sürdürürken geçmişin mirasına karşı da kayıtsız kalınmamıştır. Roma/Bizans döneminin tarihî meydanları, görkemli eserleri, dikili taşları ve diğer yapıları fonksiyonel bir anlayışla muhafaza olunmuştur. Ayrıca şehirde diğer inançlara karşı hoşgörülü davranılmış, farklı etnik grupların kendi dinlerini, kültürlerini özgürce yaşamalarına, kimliklerini korumalarına müsaade edilmiştir. Yapılan planlama ve uygulamalarla İstanbul dini, etnik ve bölgesel temsil açısından dünyanın hiçbir şehrinin sahip olamayacağı bir zenginliğe kavuşmuştur.

OSMANLI’NIN ZAFERİ

Öte yandan İstanbul’un 1453’te Türkler tarafından fethedilmesi Hristiyan Batı dünyası için çok sarsıcı olmuştur. Osmanlı zaferi Avrupa’da büyük bir şaşkınlığa yol açtığı gibi kimse bu duruma inanamamıştır. Kimisi İstanbul’un yardımına gidilmediği için Avrupa’daki Hristiyan devletleri suçlamıştır, kimisi de Bizanslıların işledikleri günahların bir sonucu olarak bu durumun meydana geldiğini söylemiştir. Hristiyan Avrupalılar, İstanbul’un Türklerin eline geçmesini Romalıların Kudüs’ü yakıp yıkması, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi ve dünyanın sonu gibi insanlık tarihindeki büyük felaketlerden birisi olarak algılamışlardır. Hristiyanlığın utancı olarak görmüşler ve ağıtlar yakmışlardır. Bunlar Hristiyan Batı dünyasının zihinlerinde asla unutulmayacak korkuların erken tarihli bir yansıması olarak gün yüzüne çıkmıştır.

Her ne kadar Hristiyan Batı dünyası İstanbul’un fethi ile ilgili zihin dünyasında böyle olumsuz düşünceler içerisine düşmüşse de çaresizlik dolayısıyla ne yapacağını da tam olarak bilememiştir. Bunun için fethin yankıları Hristiyan Batı dünyasında etkisini hemen hemen hiç kaybetmeyecek şekilde canlı tutulmuştur. Bir gün İstanbul’un yeniden Hristiyanların eline geçeceği düşüncesi canlı bir biçimde sonraki yıllarda da sürmüştür. Bu konuda daha o dönemlerden itibaren farklı zamanlarda değişik planlar yapılmıştır. Ancak dönemin mevcut şartlarında Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi ve askeri gücü düşünüldüğünde bu konudaki fikirlerini gerçekleştirmek için pek de fırsat bulamamışlardır. Kurdukları hülyaların gerçekleştirilmesi onlar açısından mümkün olmamış, olması ihtimal dâhilinde görülmemiştir. Ama bu İstanbul’un hiçbir dönem tehlikeli durumlar ile yüz yüze gelmediği anlamına da gelmemelidir.

Hristiyan Batı dünyası her ne kadar İstanbul’un fethini kabullenmekte zorlansa da fetihten itibaren onların nazarında burası artık Konstantinopolis değildi, Türklerin kenti yani Türkopolis olmuştu. Ancak bu isimlendirme kenti fethedenlerce hiç kullanılmayacaktı. Eski ismi ya da onların kullandıkları ad yerine İstanbul adı tercih edilecek, ilginç bir benzetmeyle bu isim İslambol’a da çevrilecekti.

Burada kısaca belirtilen hususlar açısından ele alındığında Yahya Kemal Beyatlı’nın Azîz İstanbul isimli eserinde de dediği üzere, İstanbul’un Fethi’nin gerek Türklerin, gerek de Avrupalıların hayalinde bıraktığı tesirler zamanımıza kadar sürmüştür. Şimdiden sonra da sürecektir. Çünkü Çok parlak fetih vakaları, İstanbul’un fethinden evvelki asırlarda da, sonraki asırlarda da yüzlerce defa vuku bulmuş, lakin hiçbiri İstanbul’un fethi kadar efsunlu bir tesir bırakmamış, onun kadar derinden duyulmamış, onun kadar sürekli bir merakla hatırlanmamıştır. Bu görüş, her türlü edebi şişirmelerden ari bir görüştür. Geçmişten geleceğe uzanan süreç içerisinde İstanbul’da yaşanan yapısal değişime, Türklerin İstanbul’un yeni dokusuna yönelik yaptıkları önemli katkılara bakıldığında yine Yahya Kemal Beyatlı Türkiye Türklerinin yeryüzünde başka bir eseri olmasaydı; tek başına, yalnız bu eser şeref namına yeterdi şeklinde çok doğru bir tespitte bulunmaktadır.

Fetihten sonra Hristiyan Batı adına İstanbul’a ilk defa 1918’de düşman ayağı değdi. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkması ve 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından İtilaf Devletleri 13 Kasım 1918’de İstanbul’u fiilen işgal ettiler. 16 Mart 1920’de fiili işgallerini resmî işgale dönüştürdüler. İtilaf Devletleri bu fiilî ve resmî işgal dönemleri içerisinde İstanbul’daki bütün yönetimi çeşitli açılardan kendi ellerine aldılar ve kurdukları işgal yönetimi ile şehirde kontrollerini sürdürdüler. Türklere yönelik birçok haksız, hukuksuz uygulamada bulundular. Bu hususta pek bir engel ile de karşılaşmadılar. Aslında fiilî ve resmî işgal dönemlerinde İtilaf Devletleri İstanbul konusunda geçmişten gelen ve asırlardır içlerinde tuttukları tarihi emellerini gerçekleştirmeye bir adım daha yaklaştılar. Muhtemelen artık belki de Türkleri İstanbul’dan atabileceklerdi.

İşgal İstanbul’unda azınlıklar da İtilaf Devletlerini Türklere karşı birer kurtarıcı olarak kabul ettiler. Söz konusu dönemde azınlıklar İtilaf Devletlerine karşı oldukça yakın davrandılar, evlerini, iş yerlerini ve benzeri diğer yerleri onların bayrakları ile süslediler. İtilaf Devletleri yetkililerine çeşitli şekillerde yol göstericilik ve rehberlik yaparlarken onları yüzyıllardır birlikte yaşadıkları Türklere karşı tahrik etmekten geri durmadılar. Türklerin acılarını deşip kanattılar. O kadar birbirleri ile yakın ve girift bir ilişki içerisine girdiler ki İtilaf Devletleri bir ara İstanbul ve Boğazlar bölgesinde sınırlarını tespit ettikleri Rum, Ermeni ve Yahudileri içine alan bir devlet kurmayı dahi düşündüler. Kurulacak olan yeni devlette Türklere yer yoktu. Üç İtilaf Devleti bu yeni devleti aralarında dönüşümlü olarak yöneteceklerdi. Ancak bu düşüncelerini uygulamaya koyamadılar.

İşgalle İstanbul Anadolu’dan ayrı düşmüştü. Bu ayrılık Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ordularının Batı Cephesi’nde Yunan ordularını mağlup edip düşmanı Anadolu’dan atmasına kadar sürdü. Milli Mücadele döneminde Batı Cephesi’nde Büyük Taarruz Harekâtı ile Yunan orduları Anadolu’dan atılınca İtilaf Devletleri ile 11 Ekim 1922’de Mudanya Mütarekesi imzalandı ve Doğu Trakya askeri harekâta girişilmeden teslim alındı. Doğu Trakya teslim alındığında tıpkı 1453 öncesi gibi bir durum ortaya çıkıyordu. O zaman İstanbul’un fethedilerek imparatorluğun Rumeli ve Anadolu’daki topraklarının birleştirilmesi gerekirken şimdi de işgalden kurtarılıp Trakya ve Anadolu’nun birbirine bağlanması gerekiyordu. Ama bu süreçte İtilaf Devletlerinin işgalleri İstanbul’da aynen devam ediyordu. İtilaf Devletleri mütareke hükümleri gereği nihai barış antlaşması imzalanıncaya kadar buradaki varlıklarını koruyacaklardı.

Mudanya Mütarekesi sonrasında İtilaf Devletleri İstanbul’da mevcut işgalci konumlarını sürdürdükleri dönemde, hem Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetini hem de İstanbul Hükümetini birlikte Lozan Konferansı’na davet ettiler. İstanbul Hükümetinin konferansa katılma arzusu göstermesi karşısında Türkiye Büyük Millet Meclisi 1 Kasım 1922’de aldığı kararla saltanat makamını kaldırdı. Bu şekilde idari açıdan Ankara, İstanbul ikiliğine son verdi. Ardından da 4 Kasım 1922’de İstanbul Hükümetinin istifa etmesiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti şehrin idaresini üzerine aldı. İstanbul idari açıdan Ankara’ya bağlanmış olmakla birlikte şehirde yine de İtilaf Devletleri işgali devam etti. İtilaf Devletleri sonunda 24 Temmuz 1923’te imzalan Lozan Barış Antlaşması ile antlaşmanın onaylanıp yürürlüğe girdiği tarihten itibaren altı hafta içerisinde İstanbul’u boşaltmayı kabul ettiler.

23 Ağustos 1923’te Lozan Barış Antlaşması Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından onaylanıp İstanbul’daki İtilaf Devletleri temsilcilerine bildirildiğinde onlar da İstanbul’u boşaltmaya başladılar. Bu devrede gerek İtilaf Devletleri gerekse işgal dönemi boyunca onlarla iş birliği içerisinde olan azınlıkların bir kısmı İstanbul’dan ayrıldılar. Daha doğrusu kaçtılar. Bazı azınlıkların İstanbul’dan kaçışları bundan da önce başlamıştı. Türk orduları Batı Cephesi’nde Büyük Taarruz Harekâtı’nı kazandıklarında bu konuda hareketlenmişlerdi. Hareketlilikleri Mudanya Mütarekesi döneminden sonra İtilaf Devletlerinin İstanbul’dan ayrılmalarına kadar sürdü. Altı hafta boyunca İstanbul’u boşaltan İtilaf Devletlerinin son birlikleri 2 Ekim 1923’te Türk bayrağını selamlayarak buradan ayrıldılar. 6 Ekim 1923’te de Türk birlikleri İstanbul’a girdiler. İstanbul bu şekilde işgalden kurtuldu, ayrı düştüğü Anadolu’ya kavuştu. Anadolu ve Trakya toprakları birbirine bağlandı.

İşgal dönemi ile ilgili şunu da söylemek gerekir: İstanbul 13 Kasım 1918’de fiilen işgal edildiği günde, ilerleyen dönemde Anadolu Milli Hareketinin lideri olacak olan Mustafa Kemal Paşa, Boğaz’da demirlemiş İtilaf Devletleri donanmasını gördüğünde yanındaki arkadaşı Doktor Rasim Ferit Bey ile Yaveri Cevat Abbas Bey’e meşhur Geldikleri gibi giderler sözünü söylemişti. Öyle de oldu. Geldikleri gibi gittiler. Yalnız bizim burada anlamamız gereken İstanbul’un fethini bir türlü kabullenemeyen Hristiyan Avrupalıların o gün için “1918” fethin üzerinden 465 yıl geçtiği hâlde bunu unutamadıkları ve buna göre davrandıklarıdır. Buna karşılık Türkiye Türkleri de İstanbul’u fethettikleri gibi 1923’te Türklüğün mührünü buraya ikinci defa vurmuşlardır. İstanbul’un Türklükle, Türklüğün de İstanbul ile özdeşleştiğini, bunun hep de böyle kalacağını bütün dünyaya göstermişlerdir. Bu açıdan İstanbul’un fethi kadar İtilaf Devletlerinin işgalinden kurtuluşu da mühim bir tarihi hadisedir. Döneme ait bazı yazılarda İstanbul’un İtilaf Devletlerinin işgalinden kurtuluşu ikinci fetih hareketi olarak da ifade edilmektedir.

İstanbul İtilaf Devletleri işgalinden kurtulduktan sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 13 Ekim 1923’te alınan kararla yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin başkenti Milli Mücadele’nin de merkezi olan Ankara yapıldı. İsimlendirme açısından da bundan sonra burası için hep İstanbul adı kullanıldı. Ankara’nın Türkiye Büyük Millet Meclisinin aldığı kararla başkent olarak kabul edilmesinden sonra İstanbul için daha önceden kullanılan Dersaadet, Payitaht, Asitane veya bu gibi diğer adlandırmalar da kullanılmadı. Zaten siyasi açıdan Ankara’nın başkent olmasından sonra böyle bir durumda kullanılmaları anlamlı da değildi. Ancak bununla birlikte İstanbul her hâliyle bir tarih, kültür, sanat, medeniyet, eğitim, bilim ve ekonomi merkezi olarak varlığını devam ettirdi. Bu alandaki özelliklerini gelecekte de devam ettirecektir.

Bugün de fethin üzerinden 568 yıl geçmiştir ve günümüzde İstanbul dünyanın en büyük şehirlerinden biri olduğu gibi Türk nüfus yoğunluğu açısından da en kalabalık kenttir. Hristiyan Avrupalılar buna rağmen zaman zaman İstanbul’un eski tarihine yönelik birtakım atıflarda bulunmaya, zihinlerinde eski düşüncelerini canlı tutmaya devam etmektedirler. Son olarak kısa bir süre önce Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Joe Biden da aynı şekilde bir atıfta bulundu. Joe Biden, 24 Nisan tarihinde 1915 Ermeni olayları ile ilgili yaptığı açıklamada, sözde soykırım iddialarını genocide olarak kabul ederken, İstanbul için de Constantinople ifadesini kullandı. Biden’ın sözde soykırım iddialarını genocide olarak kabul etmesi ile birlikte İstanbul için Constantinople ifadesini kullanması hem ulusal basında hem de uluslararası basında dikkat çekti. Türkiye tarafından sözde soykırım iddiaları reddedilmekle birlikte Constantinople ifadesine de tepki gösterildi. İstanbul’un Türklüğüne işaret edildi.

BİDEN’IN AÇIKLAMASI

Joe Biden tarafından siyasi ve politik sebeplerle yapılan açıklamada İstanbul için Constantinople ifadesinin kullanılması oldukça düşündürücüdür. Aslında Biden’ın açıklamasında İstanbul’u Constantinople olarak kullanması Hristiyan Batı’nın sözde soykırım iddiaları gibi İstanbul ve Türkiye Türkleri hakkındaki Şark Meselesi - Doğu Sorunu çerçevesinde ortaya koydukları emellerin şimdiye kadar kaybolmadığının, bundan sonra da devam edeceğinin bir göstergesidir. Özellikle Avrupalı büyük güçlerin önceden başta Osmanlı İmparatorluğu ve Türkler olmak üzere, günümüzde de Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Yakın Doğu hakkında takip ettikleri emperyalist siyasetin, bilinçaltındaki düşüncelerin dışa vurumudur. Onlar her ne kadar sözde soykırım iddiaları ile beraber İstanbul için Constantinople ismini dillerine dolasalar da bizim zihnimizde fethin muhteşemliği, buranın ebedi Türk şehri oluşunun ve yine Türk şehri kalışının gururu var olacaktır.

Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’nın emperyalist ülkelerinin günümüzde Türkiye’yi de içine alacak şekilde Orta Doğu ve Kafkasya’ya yönelik yürüttükleri politikalarına bakıldığında Biden’ın bu söylemi çeşitli açılardan dikkate alınmalıdır. Zira hem Amerika Birleşik Devletleri hem de diğer emperyalist Batılı ülkelerin her birisi Türkiye’ye karşı tarihi husumetlerini bazen açıktan bazen de gizliden sürdürmekte, yeri geldikçe bunları ortaya koymaktan çekinmemektedirler. Türkiye’yi Irak, Suriye, Akdeniz ve Balkanlar üzerinden kuşatmaya çalışırlarken bu siyasi ve politik söylemlerini saklamamaktadırlar. Bugün Biden’ın İstanbul’a yönelik kullanmış olduğu bu ifadeyi yarın herhangi bir başka emperyalist Hristiyan Batı ülkesinin liderinin kullanması ihtimal dışı bir şey değildir. Ancak onların siyasi ve politik söylemlerinde İstanbul’u Constantinople olarak ifade etmeleri bir tarafa, önemli olan Türk milletinin ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin buna nasıl tepki göstermesi veya yeri geldiğinde nasıl karşı koyması gerektiğidir. Bunun örneği için yüz yıl öncesine Millî Mücadele dönemine bakmak yeterlidir.

Mustafa Kemal Paşa, Boğaz’da demirlemiş İtilaf Devletleri donanmasını gördüğünde, meşhur Geldikleri gibi giderler sözünü söylemişti. Öyle de oldu. Geldikleri gibi gittiler.

Yararlanılan Kaynaklar

Abdurrahman Bozkurt, İtilaf Devletlerinin İstanbul’da İşgal Yönetimi, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2014.

Coşkun Yılmaz - Erhan Afyoncu, “Bizansın Savunma Hazırlıkları ve Şehrin Son Günü”, Düşten Fethe İstanbul, Editör: Coşkun Yılmaz, Üsküdar Belediye Başkanlığı, İstanbul, 2015, ss. 101-109.

Coşkun Yılmaz, “Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u İmarı”, Düşten Fethe İstanbul, Editör: Coşkun Yılmaz, Üsküdar Belediye Başkanlığı, İstanbul, 2015, ss. 151-163.

Feridun M. Emecen, “Emperyal Dönüşümlerin Muhteşem Kenti İstanbul”, Büyük İstanbul Tarihi, Cilt: 1, ss. 118-181.

Halil İnalcık, “Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u”, Büyük İstanbul Tarihi, Cilt: 1, ss. 36-85.

Halil İnalcık, “İstanbul 3/12”, Türkiye Diyanet Vakfıİslam Ansiklopedisi, Cilt: 23, ss. 220-239.

Yahya Kemal, Aziz İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul, 1999.