Ancak yüksek bir ahlaka sahip milletler, savaşı da barışı da ahlakıyla yürütebilirler.

Soğuk savaş döneminden sonra dünyanın artık hibrit savaşlar yoluyla şekilleneceği, devletlerin doğrudan savaş yerine siber saldırı veya vekâlet savaşlarıyla üstünlük kurmaya çalışacağı teorileri öne sürülüyordu. Ancak durum sanıldığından daha kanlı savaşların (saldırıların) yapıldığı bir döneme kapı araladı.

Savunma sanayiindeki üstün teknoloji, bu güce sahip devletler tarafından ortaçağ barbarlığıyla kullanılmaya başladı. İnsanlık, top ve tüfekle yapılan savaşlardan daha acımasızlarına tanıklık etti. Kimyasal silahların kullanıldığı, masum ve sivil ayrımının yapılmadığı, namluların çocuklara doğrulduğu bir savaş dönemine…

Zalimin mazlumu olabildiğince ezdiği, güçlünün güçsüzü var gücüyle hedef aldığı,  haksızın haklıyı tahakküm altına almaya çalıştığı bir dünya düzenine…

Türk ve Müslümanın olduğu her yerde vicdan sınırları aşıldı, vahşilik güçlünün ana silahı oldu, toplu katliamlar ve işkenceler dünyanın gözü önünde bir film karesi gibi yaşandı. Ahlakı olan milletler sesini her yükselttiğinde ahlaksız daha çok vurmak için yeniden doğruldu.

Yakın tarihimiz, savaş teknolojilerinin arttıkça daha şiddetli insanlık dramlarının yaşandığı sayısız örneklerle doldu.  Ne yazık ki ülkemizin de içinde bulunduğu coğrafya bundan nasibini fazlasıyla aldı. Karabağ’dan Bosna’ya, Kerkük’ten Trablusgarp’a, Kırım’dan Filistin’e kadar milyonlarca Türk ve Müslüman katledildi.

Darbeler, mezhep çatışmaları, Arap baharı, terör faaliyetleri, etnik kırımlar, taht kavgaları, açlık, hastalık, işgal denemeleri, kimyasal silah denemeleri, kültürel asimilasyon ve daha beterleri coğrafyamızın kaderi haline getirildi. Türk-İslam âlemini karıştıran emperyalist devletler sadece yer altı ve üstü zenginlikleri değil ulusların kimliğini de sömürmek için her yolu denediler.

7 Ekim’de başlayan Filistin-İsrail savaşı kanlı dişlerini bu coğrafyanın boynuna geçirmek için yeni bir fırsat doğurdu. Sivillerin çıkış koridorları kapatıldı, hastaneler ve ambulanslar hedef alındı, fosfor bombaları atıldı,  en çok katledilenler yine çocuklar oldu…

Bir nesli tamamen bitirmek için sıraya girenler savaş tamtamlarını alıp yine yanı başımıza çöreklendiler. Bu kez daha büyük bir iştahla karşımıza dikildiler. Okyanus ötesinden kalkıp gelen güçlerle birlikte sınırları değiştireceklerini söylediler. Gazze’de başlattıkları ablukayı bölgeye yayıp yanı başımızda ikinci bir ABD kurmaya niyetlendiler.

İsrail üzerinden Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek için ilk olarak Suriye ve Lübnan’ı bombalamaya başladılar. Daha sonra muhtemelen Mısır ve Ürdün’ü de içine alan bir savaşla girişecekler… Bir sonraki adımlarında ise İran’ı değiştirmek isteyecekler. Yıllardır denedikleri gibi…

İsrail her türlü uyarıya rağmen savaş çemberini genişlemek ve Filistin halkını olabildiğince sindirmek için füzelerini ateşlemeye devam ediyor. ABD’nin savaş gemisi göndermesinden sonra Çin ve Rusya’nın uyarıları da savaşın sadece İsrail-Filistin arasında kalmayacağını gösteriyor. Ukrayna üzerinden güçlerini tartanlar şimdi de Filistin özelinde bilek güreşi tutuyorlar.

İran’dan yapılan “bölgedeki tüm direniş güçleri elleri tetikte bekliyor” ifadesi de savaşın bölgesel bir boyut kazanacağını ve uzun soluklu olacağını işaret ediyor. ABD, bu sebeple Ortadoğu’da görev yapan diplomatlarına “gerilimi azaltma, ateşkes, şiddete/kan dökülmesine son, sükûnetin yeniden tesis edilmesi” yönünde kamuoyuna açıklamada bulunamamaları talimatını veriyor.

ABD’nin Türkiye’ye yönelik “güvenlik tehdidi” açıklaması ise ucuz bir tehditle karşı karşıya olduğumuz anlamına geliyor. MHP Lideri Sayın Devlet Bahçeli’nin ifade ettiği “nihai hedef Türkiye’dir” tespiti işte bu bakımdan önem arz ediyor. Ortadoğu tamamen savaşın içine çekildikten sonra ablukaya aldıkları ülkemize başlayan savaş göçüyle toplumsal dinamikleri kaşımayı hedefliyorlar. İçimizdeki Suriyeli sığınmacı karşıtları tam da bu ortam için hazırlanıyor. Yaşanacak iç karışıklık sonrası ise sükûnetin sağlanması amacıyla NATO müttefiki rolüyle “yardıma” gelmeyi planlıyorlar. ABD’nin savaş gemisini göndermesi de bu amaca hizmet ediyor.

Bu coğrafyada huzurun tesis edilmesi için Sayın Devlet Bahçeli’nin ifade ettiği gibi Türkiye’nin öncülüğünde kurulacak bir ‘barış çemberi’nin acilen hayata geçirilmesinden başka çarenin olmadığı anlaşılıyor. Bunun yanında Türkiye’nin güvenlik stratejilerini gözden geçirmesi ve daha da güçlendirmesi gereken bir süreç başlıyor.