Geleneğin sedası: Seyyid Hüseyin Nasr


Seyyid Hüseyin Nasr (d. 1933), İslam düşüncesinin önde gelen âlim ve sufilerinden birisidir. Tahran şehrinde dünyaya gelen Nasr, ilk eğitimini memleketinde tamamladıktan sonra fen bilimleri alanında Batı’da tahsil görmüş, MIT’de fizik ve matematik okumuş, Harvard Üniversitesi’nde İslam kozmolojisi üzerine doktorasını yapmıştır. 1979’dan sonra yerleştiği ABD’de birçok üniversitede ders vermiş; 1984’ten bu yana George Washington Üniversitesi’nde İslami ilimler profesörü olarak görev yapmaktadır.
İbrahim Kalın, Nasr’ı “modern dünyada geleneksel İslam’ın izini süren bir bilge” olarak nitelendirir. Gerçekten de Nasr, hem klasik İslam ilimlerindeki derinliği hem de modern ilimlere vukufiyetiyle, Doğu ve Batı arasında köprü kuran müstesna bir düşünürdür. Nasr’ın entelektüel kimliğinin kalbinde sufilik yer alır. Kendi ifadesiyle Sufizm (Tasavvuf), İslam’ın içsel boyutunu temsil eder ve İslam’ın gönül dünyasının özüdür. Nasr’a göre tasavvuf, İslam toplumunda hiçbir zaman bölünmeye yol açmamış; aksine Müslümanları içsel birliğe götüren, bütünleştirici bir rol oynamıştır. O, İslam tarihindeki büyük sufilerin izinden giderek, zahiri ilim ile batıni hakikati buluşturan bir çizgi takip eder. Nasr, âlim ve ârif kişiliği şahsında bir araya getirmekte hem aklı hem kalbi doyuran bir öğreti sunmaktadır.
Nasr, Gelenekselci düşünce okulu (Perennialist ekol) içinde de önemli bir yer tutar. René Guénon, Frithjof Schuon, Éric Geoffroy, Julius Evola gibi isimlerle anılan bu ekol, kadim hakikatin (sophia perennis) tüm dinlerde mevcut olduğunu savunur. Seyyid Hüseyin Nasr, bu geleneğin en güçlü İslami temsilcilerindendir. Kalın’ın belirttiği üzere Nasr, modern düşüncenin çıkmazlarından kurtulmak için büyük dinlerin kadim öğretilerine dayalı bir metafizik çerçeveye dönmeyi önerir. Ona göre hakikatin birliği farklı din ve kültürlere yansıyan tezahürlerde görülebilir; bu çeşitlilik, Hakikat’in evrenselliğinin bir tasdikidir. Nasr’ın vurguladığı “dinlerin aşkın birliği” prensibi, tüm hakiki inançların özündeki tevhid ilkesine dayanır ve bir dinler arası sulh ve hürmet zeminidir. Bu bakış açısı, Türk-İslam düşüncesindeki hoşgörü ve birlikte yaşama geleneğiyle de uyum içindedir.
İbrahim Kalın’ın aktardığına göre Nasr, İslam bilimi kavramını 1960’lardan beri neredeyse tek başına geliştirmiştir. Kalın, Nasr’ın “İslam bilimini, temelinde tevhid inancı bulunan İslami dünya görüşü bağlamında tabiî olayların sistematik incelenmesi şeklinde” tanımladığını belirtir. Bu yaklaşıma göre evrendeki her olgu, Allah’ın ayetleri (işaretleri) olarak görülür ve bu nedenle kutsallık taşır. Nasr, tevhid inancının felsefi, kelamî ve tasavvufî katmanları olduğuna dikkat çekerek, insan ile tabiatın birliğinin, her şeyin Allah’ın yaratıcı fiilinden kaynaklandığı gerçeğine dayandığını ifade eder. İslam’ın klasik bilim geleneğinde akıl (‘aql) ve sezginin birlikte kullanıldığı bütüncül bir bilgi anlayışı bulunduğunu vurgular; böylece ortaya indirgemecilikten uzak hem metafizik prensiplere dayalı hem de ampirik gözlemleri içeren bir ilim telakkisi çıkar.
Nasr, özellikle Scientia Sacra (Kutsal Bilgi) kavramını ihya etmeye çalışmış ve modern çağda bilginin yeniden maneviyatla bezenmesi gerektiğini savunmuştur. 1981’de Edinburgh’da verdiği Gifford Konferansları sonrasında kaleme aldığı Knowledge and the Sacred (Bilgi ve Kutsal) eserinde, fizikî ve aklî ilimlerin vahiy ve irfan ile iç içe geçmiş birliğini ortaya koymuştur. Yine The Need for a Sacred Science (Kutsal Bilime Duyulan İhtiyaç) kitabında, metafizik çatısı altında pozitif bilimlerin nasıl kutsal bir perspektifle uyumlu hale getirilebileceğini işlemiştir.
Nasr’a göre İslam düşüncesinde Gazali’den İbn Sina’ya, İbn Arabi’den Molla Sadra’ya uzanan gelenek, akılcı tefekkür ile irfanî tecrübeyi birleştirerek hakikatin peşinden gitmiştir. Kendisinin de gayesi, modern Müslümanları bu zengin mirasla yeniden buluşturmak, öz benliğimizi yansıtan ilmi geleneğe sahip çıkmaktır.
Nasr, modernite eleştirileriyle de tanınır. O, Batı’dan gelen kontrolsüz modernleşme ve sekülerleşme rüzgârına karşı, geleneğin hikmetini savunmuştur. Ona göre modernizm, gerçekte “hakikat merkezinden Allah’ı uzaklaştırıp insanı ikame etme” projesidir; yani varlığı dünyevileştirip sadece insan aklı ve duyusunu ölçü alan bir paradigmaya dayanır. Nasr, modern bilimin ortaya çıkışının, Batı’da Orta Çağ’dan itibaren kutsal kozmos anlayışının terk edilmesiyle mümkün olduğunu söyler. Nitekim 16.-17. yüzyıllardaki bilimsel devrim ile kademeli olarak seküler bir evren tasavvuru hâkim olmuş; bu tasavvur evreni mekanik bir makine gibi görüp, gayesiz ve kutsallıktan yoksun saymıştır. İbrahim Kalın, Nasr’ın bu husustaki görüşlerini şöyle özetler: “Etik ve dinin rolünü sadece uygulama alanına hapsetmek yerine Nasr, modern bilimin felsefi temellerinin radikal bir yapı-bozumunu önermekte ve yeniden evrenin dinî bir bakışla tasavvur edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Büyük dünya dinlerinin kadim öğretileri üzerine inşa edilmiş bir metafizik çerçeve, din ve bilim arasında sahici bir ilişki kurabilmenin olmazsa olmaz şartıdır”. Bu tespit, Nasr’ın modern bilime yönelttiği köklü eleştirinin özünü yansıtmaktadır. Nasr’ın eleştiri oklarından biri de çevre tahribatı ve modern insanın tabiata yaklaşımıdır. O, 1960’lı yıllardan itibaren çevrecilik konusunda öncü bir tavır sergileyerek, insanın tabiattan kopuşunu manevi bir kriz olarak teşhis etmiştir. Nasr’a göre seküler bilim ve sanayileşme, tabiatı kutsallıktan arındırılmış bir kaynak yığını gibi görmeye başlamış; insan da kendini doğanın hâkimi zannederek emanet bilincini yitirmiştir. Oysa Kur’an, yaratılış âyetleriyle doludur; doğadaki her bir varlık Allah’ın âyeti (işareti) olarak anılır ve bu yüzden tabiat da mukaddestir. Nasr, insanın yeryüzünde halife (Allah’ın temsilcisi) olduğunu hatırlatarak, güç kadar sorumluluk da yüklendiğini vurgular. Geleneksel İslam toplumlarında insan ile doğa arasında gözetilen denge ve saygının, modern dönemde kaybolmasının felakete yol açtığını söyler. Nitekim “tabiatı bir güç kaynağı olarak sömürme” zihniyetinin sonucu, günümüzde yaşanan çevre krizleri, kirlilik ve ekolojik yıkımdır. Nasr, “tabiatın yeniden kutsallaştırılması” gerektiğini dile getirir ve çözümü, İslam’ın fıtrî ve ahlâkî ilkelerine dönüşte görür. İslam hukukunun suyu, toprağı, hayvanları korumaya dair prensipleri ve Peygamberimizin (s.a.v.) “yarın kıyametin kopacağını bilseniz bile elinizdeki fidanı dikin” öğüdü, onun çevreci söyleminde sıkça yer bulur. Bu yönüyle Nasr, modern dünyada çevre ahlakı konusunda İslami bir perspektif geliştiren öncü bir mütefekkirdir.
Seyyid Hüseyin Nasr’ın düşüncesinin mayasını oluşturan kavram “vahdet”tir. Temelde bu, tevhid inancından kaynaklanan bir yaklaşımdır: Tüm varlık âlemi, bir tek ve ezelî olan Allah’ın tecellisidir ve O’ndan gelmiştir. Dolayısıyla hakikat birdir ve bütün mevcudat o birliğin yansımasıdır. Nasr, İslam geleneğindeki Şeriat-Tarikat-Hakikat bütünlüğüne sık sık atıf yapar; zahirin batına, çokluğun birliğe hizmet etmesi gerektiğini belirtir. Ona göre İslam’ın nihai gayesi, insanı içsel hakikate, yani Allah’taki birliğe ulaştırmaktır. Bu yolda Sünnilik-Şiilik gibi tarihî ayrımlar dahi özde ikinci plandadır; zira tasavvuf başta olmak üzere dinin manevi boyutu, ümmeti bir arada tutan ortak bir hazinedir.
Nitekim Nasr, Sünni ve Şii geleneklerde büyük sufilerin ortak tesirine dikkat çeker; örneğin Türk Sufilerden Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin ve Muhyiddin İbn Arabî’nin öğretilerinin, tüm İslam dünyasında asırlardır gönülleri birleştirdiğini dile getirir. Kendi entelektüel mirasını da bu “birleştirici damar”ın modern çağdaki devamı olarak görür. Nasr’ın fikir dünyası, Türk-İslam düşünce geleneğine de büyük yakınlık arz eder. Eserlerinin pek çoğunun Türkçeye çevrilmiş olması da onun fikirlerinin Türkiye’de ilgi gördüğünün bir göstergesidir. Türkiye’nin önde gelen alimlerinden İbrahim Kalın’ın bizzat Nasr hakkında makaleler kaleme alması, Türk entelektüel camiasının Nasr’a verdiği önemin işaretidir. Kalın, Nasr’ın dine getirdiği derin perspektif ve modernliğe yönelttiği yapıcı eleştiriler sayesinde çağımızda “hakiki manada bilge” sıfatını hak eden nadir şahsiyetlerden olduğunu belirtir. Gerçekten de Nasr’ın hayatı ve eserleri, ilmin nasıl irfanla bütünleşebileceğine dair yaşayan bir örnektir. Seyyid Hüseyin Nasr, çağın problemi olan mana buhranına karşı İslam’ın ebedî hikmetini rehber gösteren bir mürşid gibidir. Nasr’ın vurguladığı üzere, insanın maddi ilerlemesi kadar manevi tekâmülü de şarttır; zira “Allah’ın halifesi” olan insan, ancak Yaratıcı’yla ve yaratılanlarla birliğini idrak ettiğinde sahici kemale erebilir.
Son tahlilde Nasr’ın mesajı, birlik mesajıdır: İnsanın özündeki birlik, ümmetin vahdeti, din ile bilginin birliği ve insanla tabiat arasındaki ahenk… Türk okurları için Nasr, bu yönleriyle Türk-İslam kültürüne yakın ve ilham verici bir portre sunmaktadır. Onun eserleri ve şahsiyeti, bizlere “hepisinden eyice/ bir gönüle girmektir” düsturunu bir kez daha hatırlatmakta; vahdet inancının hem kalplerde hem toplum hayatında tesis edilmesi için yol göstermektedir.