Stratejik Gerçeklik: Su Savaşları
Orta Doğu uzun yıllar boyunca enerji, kimlik, sınır ve egemenlik krizleriyle anılagelmiştir. Üzücüdür ki bahsini ettiğimiz konular çerçevesinde vasat bulan hadiseler bölgenin istikrarını olumsuz yönde etkilemiş, yine bölge üzerinde karanlık planlarını uygulamak isteyen çevrelere ise alan yaratmıştır. Günümüz koşullarında ise bu denklemin içerisine su krizi de dahil olmuştur. Artık bölgede yeni bir gerilim ekseni daha belirginleşmeye başlamış, su güvenliği de en az diğer etkenler kadar ve hatta taşıdığı hayati önemle daha ileri bir seviyede öncelikli konular arasına girmiştir. İklim değişikliği, yanlış tarım politikaları, hızlı nüfus artışı ve devletler arası siyasi rekabet, suyu yalnızca ekonomik bir değer olmaktan çıkarıp jeopolitik bir silaha dönüştürmektedir. Bu tablo, özellikle Fırat-Dicle havzasının merkezinde bulunan Türkiye açısından ciddi risklerle beraber önemli fırsatları da beraberinde getirmektedir.
Orta Doğu’da kişi başına düşen yıllık su miktarı son 40 yılda oldukça azalmış, mevcut koşullarda nüfusun %60’ından fazlası su kıtlığı ile karşı karşıyadır. Suriye, Irak, Ürdün ve Yemen bu azalmayı en sert hisseden ülkelerin başında gelmektedir. Irak’ta su kıtlığı tarımı çökertecek noktaya gelirken, Suriye’de 2011’den 2024 yılına kadar yaşanan iç savaşın ardından bozulan altyapı, su krizini toplumsal istikrarsızlığın katalizörü haline getirmiştir. Buna karşılık Körfez ülkeleri ise pahalı teknolojilere yönelmekte, ancak tuzdan arındırma tesislerinin yüksek maliyetleri sürdürülebilirlik konusunda tartışmalara sebep olmaktadır. Bu çerçevede şekillenen koşulların ise bölgeyi giderek su paylaşımı çatışmalarına açık hâle getirdiği ifade edilebilmektedir.
Tam da bu noktada Türkiye’nin stratejik rolü öne çıkmaktadır. Orta Doğu için de hayati öneme sahip olan Fırat ve Dicle nehirlerinin kaynağında bulunan Türkiye, bölgedeki suyun yaklaşık yüzde 70’ini kontrol altında tutabilen bir konumdadır. Ancak bu konum, kimi zaman Türkiye’yi haksız ithamların hedefi haline getirmektedir. Oysa gerçek şu ki Türkiye, uzun yıllardır suyu bir baskı aracı değil, işbirliği imkânı olarak gören bir yaklaşım izlemektedir. Yapılan veya planlanan projeler, yalnızca Türkiye’nin değil, bölgede istikrarlı bir tarım ve enerji yapısının oluşmasının temelini oluşturmaktadır. Türkiye’nin su politikası, maksatlı bir şekilde dönem dönem gündeme getirilen iddiaların aksine, komşuları zayıflatmayı değil, birlikte ve bölgesel kalkınmayı hedeflemektedir.
Ancak bölgedeki devletlerin siyasi kırılganlıkları, suyun giderek daha fazla araçsallaştırılmasına sebebiyet vermektedir. Irak’ta Dicle üzerindeki kaçak kuyular, Suriye’de su altyapısının uzunca bir dönem terör örgütleri tarafından kontrol edilmesi ve İran’ın sınır hattına yakın bölgelerde akarsu rejimini değiştiren projeleri, bölgede çok taraflı bir su rekabeti yaratmaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin önümüzdeki dönemde su güvenliği politikasını salt teknik bir mesele olarak değil, ulusal güvenliğin ayrılmaz bir parçası olarak ele alması kaçınılmazdır.
Türkiye’nin burada üç yönlü bir strateji izlemesi önemlidir. Birinci olarak; uluslararası hukuka dayalı, şeffaf veri paylaşımını ve ortak havza yönetimi modellerini daha güçlü biçimde vurgulayan diplomatik çerçeve çizilmelidir. İkincisi, Suriye ve Irak gibi kırılgan devletlerde su yönetiminin terör örgütlerinin eline geçmesini engelleyecek güvenlik politikaları oluşturulmalıdır. Terörsüz Türkiye ve Terörsüz bölge politikası bu çerçevede de oldukça önemlidir. Üçüncüsü ise, iklim değişikliğiyle mücadelede bölge ülkelerini ortak projelere dahil edebilecek teknik kapasite oluşturulmalıdır.
Bugün Orta Doğu’da yaklaşan su savaşları, yalnızca bir çevre krizi değil; yakın geleceğin en büyük jeopolitik sınavlardan birisi olarak karşımızda durmaktadır. Türkiye ise bu sınavın merkezinde yer almaktadır. Doğru yönetilen su politikaları, bölgede istikrar üzerindeki kurucu rolümüzü de pekiştirecektir. Bu nedenle su, artık sadece akarsuların hikâyesi değil; Orta Doğu’nun geleceğine yön veren stratejik bir gerçekliktir.