Masumiyet karinesi

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Masumiyet karinesi

Bir sabah uyanıyorsunuz. Telefonunuza bildirimler düşüyor. Sanal medyada isimler dolaşıyor, etiketler acımasız, yorumlar sert. Hüküm çoktan verilmiş: “Suçlu”.İşte tam bu noktada, çoğu zaman farkına bile varmadan yitirmeye başladığımız hayati bir ilkeyle yüzleşiyoruz: “Masumiyet ya da suçsuzluk karinesi.”

Masumiyet karinesi, yalnızca hukuk fakültelerinde öğretilen bir ilke değildir; bir toplumun adaletle kurduğu ilişkinin en berrak göstergesidir. Suçu kesinleşinceye kadar herkesin masum sayılması, sadece sanığı değil, toplumun tamamını korur. Zira adalet, er ya da geç herkes için gereklidir.

Türkiye’de son yıllarda tanık olduğumuz manzara tanıdık. Soruşturmalar henüz sürerken manşetler atılıyor, medya mahkemeleri kuruluyor, savunma hakkı doğmadan infaz başlıyor. Adalet, mahkeme salonlarından önce medyada, ekranlarda ve yorum satırlarında dağıtılıyor.

Oysa suç isnadı, başlı başına ağır bir cezadır.

Psikolojik açıdan bakıldığında, yargılamadan önce damgalanan birey yalnızca itibarını değil, ruh sağlığını da kaybeder; kaygı, utanç, yalnızlaşma ve çaresizlik duygularıyla baş başa kalır. Mahkeme sonunda beraat etse bile, toplum hafızasında bırakılan “şüphe” çoğu zaman silinmez. Hakkındaki iddialar asılsız çıkmış olsa da, “şüyuu vukuundan beterdir”; söylentiler itibarını çoktan zedelemiştir. Masumiyet karinesi, tam da bu geri dönüşü olmayan yaraları önlemek için vardır.

Toplumsal anlamda ise masumiyet karinesinin aşınması, adalet duygusunun çürümesi anlamına gelir. Hukuk sosyolojisi açısından bakıldığında, yargı yetkisinin mahkemelerden koparılarak çoğunluğun duygusal tepkilerine devredildiği düşüncesinin oluşmaya başladığı bir ortamda hukuk, koruyucu bir normlar bütünü olmaktan çıkar. Yargısız infazın sıradanlaştığı, linç kültürünün alkışlandığı bir yerde kimse güvende hissetmez. Bugün çoğunluğun öfkesine hedef olan birey, yarın aynı çoğunluğun geç kalmış vicdanına terk edilir.

Oysa hukuk, çoğunluğun duygularına göre değil; delillere göre konuşmalıdır.

Asıl tehlike gelecekte gizlidir. Masumiyet karinesinin zayıfladığı bir ülkede çocuklar “adalet” kavramını mahkeme kararlarından değil, medya yorumlarından öğrenir. Suçun ispatla değil, gürültüyle belirlendiğini sanan kuşaklar yetişir. Böyle bir ortamda ne özgür düşünceden ne de gerçek demokrasiden söz edilebilir.

Masumiyet karinesi suçluları değil, suçsuzları korur; gücü değil, hakkı esas alır.

Bu ilkenin evrensel niteliği göz ardı edilemez. 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 11. maddesinde, “Bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu kanıtlanmadıkça masum sayılır” hükmüne açıkça yer verilmiştir. Benzer şekilde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, masumiyet karinesini adil yargılanma hakkının ayrılmaz bir unsuru olarak kabul etmektedir. Anayasamızın 38. maddesinde ise bu ilke, “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz” şeklinde düzenlenmiştir. Masumiyet karinesi, bu yönüyle yalnızca anayasal bir güvence değil; aynı zamanda savaş veya olağanüstü hal dönemlerinde dahi sınırlandırılamayan mutlak bir temel haktır.

İspat yükü suçlayana aittir. Birey masumiyetini kanıtlamak zorunda değildir. Aksi halde hukuk adalet üretmez; korku üretir.

Masumiyet karinesi yalnızca modern hukukun değil, İslam adalet anlayışının da temelidir.
“Berâet-i zimmet asıldır” ilkesi, kişinin suçluluğunun zanla değil, kesin delille sabit olacağını söyler. Kur’an zanla hüküm vermeyi yasaklar: “Ey iman edenler, zandan çokça sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır" (el-Hucurat, 49/12)”.Hz. Peygamber ise en küçük şüphede bile cezadan kaçınılmasını öğütler.Bir hadiste zandan sakınılması gerektiği, çünkü zannın en büyük yalan olduğu bildirilir (Buhârî, “Veṣâyâ”, 8).

Türk adalet geleneğinde de bu anlayış köklüdür. İslam öncesi Türk töresinden Osmanlı kadı sicillerine, Cumhuriyet hukukuna uzanan çizgide ortak bir ilke vardır: Zanla hüküm olmaz. Ayrıca “Adalet mülkün temelidir” sözü, yalnızca suçlunun cezalandırılmasını değil, masumun korunmasını da kapsar.

Bugün masumiyet karinesini savunmak ne Batı’dan ithal bir talep ne de suçlulara tanınmış bir ayrıcalıktır. Bu, hem evrensel hukuka hem tarihi değerlerimize hem de kendimize sahip çıkmaktır.

Delilsiz suçlama ve dedikodu çoğu zaman bilgi eksikliğinden değil; belirsizliğe tahammülsüzlükten, kontrol ihtiyacından ve psikolojik rahatlama arzusundan doğar. İnsan zihni bilinmezlik karşısında hızlı yargılara atlar; başkasını yargılayarak ahlaki üstünlük ve sahte bir güç hissi kazanır. Toplumsal gerilim arttığında ise karmaşık sorunlar kolayca bir “günah keçisi”ne indirgenir.

Sanal medyada empati zayıflar, kitle psikolojisi ve doğrulama yanlılığı suçlamayı beslerken; beğeni ve onay gibi ödüller bu davranışı pekiştirir. Sonuçta suçlama, adalet arayışından çok öfkeyi boşaltan ve rahatlatan bir araca dönüşür. İşte bu yüzden masumiyet karinesi yalnızca hukuki değil; psikolojik ve toplumsal bir koruma kalkanıdır.

Söylenti ve ithamın adeta bir ön yargılama aracına dönüşmesi kısa vadede caydırıcılık sağlıyor gibi görünse de, uzun vadede masumiyet karinesini aşındırır. Zan hükmün yerine geçtiğinde adalet susar, hukuk itibarını, toplum vicdanını kaybeder ve masumiyet karinesi bu sessizlikte insanın tutunabildiği son dal olarak kalır.

Şunu özellikle belirtmek gerekir ki bu yazı, herhangi bir dava ya da kişi gözetilerek kaleme alınmamıştır. Son dönemde yaşanan baş döndürücü gelişmeler, bireylerin kendilerini savcı ve hâkim yerine koyduğu bir toplumsal iklim yaratmış; masumiyet karinesinin giderek daha fazla tartışıldığı bu ortamda, kolektif bir farkındalık ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bu yazının amacı, ülkesinin her karış toprağına sadık, her bir insanını seven bir Türk vatandaşı olarak, masumiyet karinesine sosyopsikolojik bir perspektiften dikkat çekmek ve bu farkındalığa mütevazı bir katkı sunmaktır.

Yorumlar
Yorumlar yükleniyor...
Daha fazla yorum yükle...