ABD-İsrail ortaklığının ağırlaşan bedeli
Washington yönetiminin Orta Doğu’daki askerî varlığını azaltmayı ve küresel komuta yapısını yeniden şekillendirmeyi planlaması, sıradan bir kurumsal reform olarak değil halihazırda yeniden şekillenmeye koyulan küresel şartların getirdiği bir zorunluluk olarak değerlendirilmelidir. Pentagon’un CENTCOM, EUCOM ve AFRICOM gibi kritik kuvvet komutanlıklarının yetkilerini daraltarak daha merkezi bir yapıya yönelmesi, ABD’nin uzun yıllardır taşıdığı askerî yükleri hafifletme arayışıyla beraber mevcut politikaların uygulanması adına sarf edilen enerjinin ABD açısından olumsuz sonuçlara potansiyel oluşturduğu da görülmektedir.
Bu dönüşümün arkasında değişen küresel güç dengeleri bulunmaktadır. Çin’in yükselişi, Rusya’nın askerî ve diplomatik meydan okumaları ve Hint-Pasifik merkezli rekabetin derinleşmesi, ABD’yi Orta Doğu’daki sürekli askerî angajman politikasını sorgulamaya zorlamaktadır. ABD kamuoyunda da artık Orta Doğu’ya harcanan askerî kaynakların ve insan gücünün sürdürülebilir olmadığı yönünde güçlü bir kanaat oluşmuştur. Diğer yandan ABD tarafından yayınlanan Ulusal Güvenlik Strateji belgesine bakıldığında; Çin ve Rusya eksenli yapılan öz eleştiriler ABD’nin bu kararının arka planıyla ilgili açık mesajları vermektedir. Yine aynı çerçevede Washington yönetiminin diplomatik enerjisini özellikle de Çin ile olan mücadelede daha etkin kullanmak istediği anlaşılmaktadır.
Buna karşın İsrail cephesinden gelen sert tepkiler, Washington’un bu yeniden dengeleme arayışını dahi kendi güvenlik öncelikleri açısından bir tehdit olarak algıladığını göstermektedir. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, ABD’nin varlığını Yahudi-Hristiyan medeniyeti söylemi üzerinden İsrail’e bağlayan ve açıkça gözdağı içeren ifadeleri, ABD açısından ciddi bir diplomatik ve meşruiyet sorunu yaratmaktadır. Bu söylem, ABD’yi bağımsız karar alabilen bir aktör olmaktan çıkararak İsrail’in bölgesel ajandasına bağımlı bir güç hâline geldiğini açık etmiştir.
ABD–İsrail ortaklığının bu noktada Washington için en büyük maliyeti, Orta Doğu’daki itibar kaybı olarak ortaya çıkmaktadır. İsrail’e verilen koşulsuz destek, özellikle Gazze bağlamındaki tutum, ABD’yi soykırımın suç ortağına dönüştürürken aynı coğrafyadaki ilişkilerini de sarsmaktadır. Daha da önemlisi, bu ortaklık ABD’nin küresel rekabetteki manevra alanını daraltmaktadır. Washington, İsrail’i her koşulda savunmak zorunda kaldıkça Çin ve Rusya gibi aktörlere karşı zayıflamaya devam etmektedir.
ABD–İsrail ortaklığının yarattığı bu tablo, Ankara ile Washington arasındaki stratejik uyumsuzluğu daha da görünür kılmaktadır. Türkiye, Orta Doğu’da kalıcı barışı, huzuru, çok taraflılığı, bölgesel dengeyi ve diplomatik esnekliği önceleyen bir yaklaşımı savunmaktadır. Buna karşın ABD’nin İsrail merkezli politikaları, Türkiye’nin güvenlik ve dış politika öncelikleriyle örtüşmemektedir. Bu nedenle söz konusu ortaklık, yalnızca bölge halklarıyla değil, ABD’nin müttefikleriyle olan ilişkilerinde de ciddi sorunlar üretmektedir.
Pentagon’un askerî varlığı azaltma ve komuta yapısını sadeleştirme girişimi, ABD’nin İsrail ile kurduğu asimetrik ortaklığın sürdürülemez hâle geldiğini dolaylı biçimde kabul ettiğini göstermektedir. İsrail’den gelen sert ve tehditkâr açıklamalar ise bu ortaklığın Washington’a stratejik kazançtan çok maliyet ürettiğini açık biçimde teyit etmektedir. ABD, İsrail merkezli politikalarının bedelini küresel anlamda hissetmeye başlamış ve görünen o ki İsrail’in tehditlerine boyun eğmek zorunda kalırsa karşılaşacağı akıbet daha büyük bir hüsran olacaktır.