25 Haziran tarihli yazımda, “Avrupa’nın şımarık çocuğu Rumlara Türkiye’den uyarı” verildiğinden bahsetmiştim. Dışişleri Bakanlığımız da dün yaptığı açıklamada Rumları “Avrupa’nın şımarık çocuğu” olarak nitelendirdi. Rumlarla yaşanan sondaj geriliminin ardından bu tabirin çok isabetli olduğuna bir kez daha kanaat getirdim.

Kıbrıs Cumhuriyeti 1960’ta kurulduğunda adanın eşit haklara sahip iki toplumun ortaklığına dayandığı, iki tarafın da kendi içinde otonom/özerk olduğu, bu düzenin Türkiye, Yunanistan ve İngiltere tarafından garanti altında tutulacağı hususlarında anlaşılmıştı. Buna göre, adada biri kuzeydeki Türk kesimi, diğeri de güneydeki Rum kesimi olacak şekilde iki parçalı bir konfederasyon inşa edilmişti. Bu iki kurucu unsur birlikte, uluslararası alanda “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak tanınacaktı. Bunun bir anlamı şuydu: Bu iki kesimden herhangi biri çıkıp da kendini “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak isimlendiremeyecek, adayı tek başına bu isimle temsil edemeyecekti.

Ne var ki Rumlar Enosis hayâlinden vazgeçemedikleri için ahde vefa göstermedi. Uluslararası hukukun temel ilkelerinden olan pacta sunt servanda (ahde vefa) Rumlar için bir anlam ifade etmiyordu. Uluslararası alanda tanınan ve üç ülkenin garantisi altında olan anayasal düzen ihlâl edilmeye, kurucu unsur olan Türkler peyderpey yönetimden uzaklaştırılmaya, sosyal, siyasî ve ekonomik haklardan mahrum bırakılmaya başlandı. Rumlar, antlaşma yürürlüğe girdikten hemen sonra, Yunanistan’la birlikte altına imza attıkları Zürih ve Londra Anlaşmalarını hiçe saydı. Onlar için uluslararası hukuk değil Enosis hayali belirleyiciydi. Hukuk tanımaz Rumlar için bir oldubitti ile Türkleri adanın yönetiminden dışlamak mubahtı.

Türk kesimine yönelik ayrımcılık 1963 sonlarında Türkleri imha etme veya adadan atmayı öngören Akritas Planı’nın uygulanmaya başlamasıyla had safhaya ulaşmıştı. Irkçı Rumlar tarafından hunharca öldürülen Türklerin yanısıra 30 bin Türk, Rum mezaliminden kaçarak evinden, yurdundan olmuştu. Türk tarafı ile Türkiye’nin pacta sunt servanda ilkesine uygun davranma yönündeki tutumu, 1960 anlaşmalarının esas ve ilklerinin yaşatılmasına öncelik verme anlamına geliyordu. Ancak, Türkiye adada baş gösteren teröre ve Rum mezalimine elbette göz yumamazdı. Kıbrıs’a askerî çıkartma ve KKTC’nin ilânı, ondan sonraki süreçte de KKTC’nin her şart ve durumda istisnasız desteklenmesi, esasen antlaşmaların Türklere tanıdığı hakların korunması içindi, yani ahde vefanın bir gereği idi. Rum tarafı ise pacta sunt servanda ilkesinden, uluslararası hukuktan, insan haklarından nasibini almamışçasına davranıp silâh zoruyla tüm adayı kendi egemenliği altına almak istedi.

Adanın bölünmüşlüğü, Rum tarafının Türk kesimi olmadan Kıbrıs Cumhuriyeti olarak kendini tanıtması ve sözümona hukukun üstünlüğüne inanan AB’nin Rumların pervasızlığına gık diyememesi, bugünlerde yaşanan sondaj tartışmalarının da arka planını oluşturuyor. Rumlar, KKTC’nin ve Türkiye’nin meşru haklarını hiçe saymaya kalkışırken Türkler, Kıbrıs’a ait kaynakların bir oldubitti ile Rumlara peşkeş çekilemeyeceğini savunuyor. Rumlar; sanki adanın kuzeyinde bir Türk Cumhuriyeti yok, sanki Türkiye’nin egemen bir ülke olarak kendi su sahasında sondaj yapmaya hakkı yok gibi davranıyor.

Hiç kimse de şu şımarık Rumlara, “Eğer 1960 Anlaşmalarını işlemez hâle getirmeseydin bu tartışmalar yaşanmazdı” demiyor. Rum tarafı ahde vefa gösterse, eşit haklara sahip iki kesimli Kıbrıs Cumhuriyeti üzerinde mutabık kalınan ilke ve esaslara uygun şekilde yaşasaydı bu tartışmalar yaşanır mıydı? Eğer cevabınız “hayır” ise, biliniz ki sondaj sebebiyle yaşanan tartışmanın aslî müsebbibi Rumlardır. Fatih ve Yavuz gemilerimizin bölgede sondaj faaliyetinde bulunması, Rumların Kıbrıs’ta 60 yıldır yaptıklarıyla kıyaslanmayacak kadar masum ve meşrudur.