Sınır güvenliğini sağlamak, Suriye’nin toprak bütünlüğünün ve siyasî birliğini temin etmek ve terörizmi sona erdirmek gibi gerekçelerle başlatılan Barış Pınarı Harekâtı, tartışmasız şekilde meşru ve bir o kadar da gerekliydi. Bu harekâtın kısa sürede hedefine ulaşması, Suriye’de aktif olan yabancı güçleri Türkiye ile masaya oturmaya mecbur bıraktı. Hem ABD hem de Rusya, Türkiye’nin beklentileri doğrultusunda adım atmak zorunda kaldı.

Bu durum karşısında yapılan değerlendirmeler, dile getirilen eleştiriler ve gösterilen tepkiler bir turnusol kâğıdı işlevi gördü. Kısaca “Arap Birliği” diye de bilinen Arap Devletler Ligi’nin Türkiye’ye yönelttiği eleştiriler, söz konusu birliğin ne kadar “Arap” ve ne kadar “birlik” olduğuna dair şüphe uyandıracak nitelikteydi.

Merkezi, Mısır’ın başkenti Kahire’de bulunan Arap Ligi 1945’te kuruldu. İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci devletlerden kazanılan bağımsızlıklarını korumak isteyen Arap ülkeleri aralarındaki siyasî, askerî, iktisadî ve sosyal ilişkileri yoğunlaştırmayı ve karşılıklı dayanışmayı güçlendirmek için bir araya gelmişti. Dolayısıyla, İsrail-Filistin ihtilafının ya da bir Arap ülkesinde yaşanacak iç savaş gibi ciddî sorunların çözümünün Arap Ligi’nin öncelikli gündem maddesi olması beklenir. Ancak, Arap ülkeleri arasındaki derin fikir ayrılıkları, Arap Ligi’nin sözde bir “birlik” olmasıyla sonuçlandı. Dahası, son yıllarda artan bölünmüşlük, Arapların İsrail-Filistin sorununda bile tek vücut olmasına ve tek ses çıkarmasına engel oldu.

Arap Ligi’nin kurmayı hedeflediği siyasî birliğe en büyük zararı veren ülkeler, ABD ve İsrail’in kuyruğuna takılıp Müslüman-Arap kimliğini unutmuşa benzeyen Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri oldu. Yakın geçmişte, İsrail’in teşvikiyle Katar’ı abluka almaya çalışanlar bu ülkelerdi. Aynı ülkeler Trump’la birlikte kılıç dansı yaparak devasa boyutta silah alım sözleşmelerini ve İsrail’le yakınlaşmalarını kutluyorlardı. Yine aynı ülkeler Yemen’in ikiye bölünmesinde taraf oldu ve Golan Tepelerinin İsrail’e peşkeş çekilmesine, Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınmasına, İsrail'in işgal altındaki Filistin topraklarında yürüttüğü yerleşim faaliyetlerine sessiz kaldı. Bu tavırlarıyla taşıdıkları kimliğe ihanet eden Riyad ve Abu Dabi yönetimleri, Arap Ligi’nin kurucularından olan Suriye’de iç savaşın başlamasıyla birlikte bu ülkenin üyeliğini askıya almaktan da hiç imtina etmemişti.

Türkiye Suriye’de askerî operasyona başladığında en çok itiraz edenlerin başında da yine bu ülkeler yer aldı. Hatta yüzsüzlükte sınır tanımayan bu ülkeler Suriye’deki trajedinin bitirilmesini, siyasî birliğin tekrar tesis edilmesini ve terörün sona erdirilerek milyonlarca Arap’ın ülkelerine geri dönmesini mümkün kılmak adına fedakârlıkta bulunan Türkiye’yi mesnetsiz iddialarla eleştirmekten hiç çekinmedi. Son olarak, İsrail ve ABD’nin eylemlerine gık diyemeyen Arap Ligi, Barış Pınarı Harekâtı’nı kınama gafletine düşmekten kendini kurtaramadı.

Arap Ligi’nin içine düştüğü vahim gaflet hâli, bu sözde birliğin etraflıca sorgulanmasını gerektiriyor. Arap Ligi, gerçekten bir “birlik” olabildi mi ve gerçekten Arapların menfaatini mi gözetiyor? Riyad, Abu Dabi ve Kahire’deki diktatör rejimler acaba Arap halklarını ne kadar temsil edebiliyor? Bu ülkeler, İsrail’i desteklediği kadar Arapları destekleyip iç savaş mağduru Arapları ülkelerine kabul edemez miydi? Velhasıl, Arap Ligi’nin hezeyanları bu sözde birliğin nasıl yanlış bir yola saptığını ifşa ediyor. Barış Pınarı, bu durumu bir kez daha göstermiş oldu.