Demokrasinin tanımı üzerinde farklı görüşler mevcut. Kimileri demokrasiyi, modernist bir bakışla, gelişmenin/ kalkınmanın bir sonucu olarak görüyor. Bir diğer ifadeyle, ekonomik açıdan kalkınma, demokrasinin bir ön şartı olarak değerlendiriliyor. Dolayısıyla, ekonomik açıdan geri kalmış ülkelerde demokrasinin kökleşemeyeceği veya demokratik kurumsallaşmanın ancak kalkınmış ülkelerde mümkün olabileceği savunuluyor. Yaklaşık 200 ülkenin demokratikleşme seviyeleri ile ekonomik verileri kıyaslandığında bunu kesin olarak doğrulamaya yetmese de bu savı destekleyecek verilere ulaşmak mümkün. Ancak, postmodernizmin pozitivist modernizme kafa tuttuğu bir dönemde demokrasiyi işsizlik oranı, yurt içi hâsıla, yatırım büyüklüğü gibi salt ekonomik değişkenlerle açıklamak pek de yeterli değil.

Demokrasiyi uzun bir süreçte içselleştirilen bir anlayış, kültür ya da bir zihniyet olarak görenler de var. Ancak, dün Bahreyn’de gerçekleştirilen “Refah İçin Barış” konulu ekonomi çalıştayında ABD Başkanı Trump’ın damadı ve başdanışmanı Jared Kushner tarafından ilân edilen “İsrail-Filistin barış Planı” gösterdi ki ABD’nin demokrasiye yaklaşımı modernist bakışı yansıtıyor. ABD, Ortadoğu bölgesinde ekonomik yardımlarda bulunmak ve yatırımı artırmak suretiyle işsizliği azaltacağını, bunun da bölgeye demokrasi ve barış getireceğini sanıyor.

Manama’da düzenlenen çalıştayda, Trump’ın “yüz yılın anlaşması” olarak nitelendirdiği planın içeriği kamuoyuna aktarılmış oldu. Planın özetinin özeti şu: ABD tarafından verilecek 50 milyar dolar karşılığında Filistin Araplardan alınmak, İsrail topraklarına katılmak isteniyor. Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak, Golan Tepelerinin de İsrail toprağı olarak tanınması gibi taleplere Arapların “ekonomik kalkınma” karşılığında “evet” diyecekleri varsayılıyor. Yani, “barış planı” şeklinde tanıtılan proje, esasen bir nev’i rüşvete dayanıyor.

Bu noktada, benzer bir girişimin Osmanlı döneminde de yaşandığını, Sultan Abdülhamit Han’ın Yahudi yerleşimi için satın alınmak istenen Filistin’i satmadığını hatırlatmak gerek. Bu hatırlatmayı herkesten önce duyması gereken ise bu planı sahiplenen, Filistin’i dışarıda bırakırken İsrail’e kucak açan Bahreyn ve Suudi Arabistan olmalı. Filistin’in toplantıyı boykot etmesi, Filistin’in kaderini çizmeye kalkışanların toplantıyı Filistin’in temsilcileri olmadan yapması ve toplantının başrol oyuncusunun İsrail yanlısı tavrıyla bilinen Yahudi asıllı Kushner olması, zaten planın tarafsız olmadığını ve İsrail’in lehine kurgulanmış olduğunun somut göstergesi.

Hatırlatmak gerekir ki, böylesi bir yaklaşımı 2000’lerin ilk yıllarında Başkan Bush ile işbaşına gelen Neo-con yönetim de denemişti. O dönemde “Büyük Ortadoğu Planı-BOP” olarak anılan plan; ekonominin kalkındırılması sayesinde demokrasinin güçleneceğine, refah seviyesinin artmasıyla “radikal İslam’ın” yerini “ılımlı İslam’a” bırakacağına, El-Kaide gibi terörist örgütlerin de bu süreçte eriyip yok olacağına dayanan bir görüşü yansıtıyordu. BOP’un bölgeye huzur, barış ve demokrasi getirmediğini tartışmaya gerek dahi yok. BOP’un yeni versiyonu olan bu projenin de ölü doğduğunu söylemek pekâlâ mümkün.

İsrail-ABD ortak yapımı bu senaryonun, Filistinlileri tatmin edemeyeceğini, İsrail- Filistin ihtilafını çözme ihtimalinin olmadığını ve girişimin akâmete uğramasının çok muhtemel olduğunu görmek için âlim olmaya gerek yok. Nitekim, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın Bahreyn’deki çalıştaya karşı uluslararası konferans düzenleyerek ABD’nin planı yerine daha geniş katılımlı bir mutabakata izin verecek alternatif bir plan için çalışması, Filistin yönetiminin bu rüşveti kabul etmeyeceğini ortaya koymaya yeterli. Filistin’in kabul etmediği bir planın Filistin’e refah ve barış getirmeyeceği ise tartışmasız bir gerçek.