“Zaman paramparça,

Ve un ufak edilmiş bir mekân…”

***

Ürkek adımlarla yürüyorum… Az önce; sanki benden hemen önce dünyanın en barbar ve en zalim orduları buradan geçmiş. Etrafta can çekişen bir sürü mahlûk, akıl zayi bir şekilde oradan oraya koşuşturuyor…

Heyhat! Neredeyse bütün mahlukan son nefesini vermek üzere ya da İsrafil (a.s) sûruna üflemek üzere… Mahşer yerini andıran bir görüntü. Yaraları yüzünden can çekişenleri gördükçe ürperiyorum!

Fakat bir şey var, bu kıyamet tasviri mekâna uymayan, bu savaş meydanına hiç mi hiç yakışmayan terkip dışı emsalsiz bir şey… Fazlaca celalli, epeyce heybetli ve biraz da hüzünlü… Yaraları derin olmayanlar medet umarak O’na doğru yaklaşıyor, fakat dokunamıyorlar bile, imdat istiyorlar O’ndan, fakat nafile…

İçimde tarifsiz merak, cazibesine kapılıyorum. Tedirgin adımlarla O’na doğru yürüyorum. Üzerimde bıraktığı ilk etki; bildiğim bütün hendese kaidelerini alt üst eden bir yapıya sahip olması…

Yaklaşıyorum. Çevresinde herkesin kendini değil de kendinden bakanı gördüğü aynalar… Aynaların üzerinde silik, ancak büyük bir dikkatle bakıldığında görülebilen yazılar…

Şimdi tüm cesaretimi toplayarak, önümde duran bu emsalsiz, bu buutsuz ve asil büyüklükle hasbihale başlıyorum…

Ürkek ve de cüretkâr bir edayla;

“Ey bugüne kadar hiçbir yerde rastlamadığım muktedir büyüklük, niçin bu kıyamet tasviri zemine hapsolmuş ve sizden yardım bekleyen insancıklara yardım etmiyorsunuz da onlara bu acıları reva görüyorsunuz, bu insafsızlığınızın sebebi nedir?”

Tereddüt etmeden cevap veriyor;

“Ey buraların ve bu mücrimlerin yabancısı! Ben bu insancıkların ne taptığı bir mabut, ne de onların düştüğü bu duruma dahledebilecek bir kuvvetim. Ben sadece bugün ceza gören bu insancıkların Cevher-i Aslisiyim! Ve onlar ne kadar acı çekiyorsa ben de o kadar acı çekiyorum.  Refakatim sadece acılarında değil, sevinçlerinde de geçerli… En azından bundan önceki zamanlarda böyleydi.”…

Sonra hafifçe yutkundu. Daha birçok şey söylemek istiyordu fakat geçmiş zamandan bahis açınca sustu. Zamanın değer biçemediği bir vakit öylece kala kaldı.

İnsancıklardan yükselen feryatlar git gide bir uğultu halini alıp çevreyi sarıyor, müzice bir hal alıyordu! Dayanamayıp bu defa haykırdım;

“Mademki cevher ve asli olan sensin, mademki bu mazlumların yoldaşısın, neden ikazda bulunmadın, neden bu hale düşmelerine engel olmadın?” Bu sorulardan hoşlandığını sanmıyorum fakat yapacağı muhasebenin kendini rahatlatacağına, hiç olmazsa vicdan azabından kurtulacağına inanarak uzun süren sessizliğini bozdu:

“Sana tarih dersi vermek istemiyorum yabancı! Şimdilerde emsalsiz bir medeniyetin mirasını adeta israf ederek yok eden bu insancıklar belki de hiç kimsenin sahip olamayacağı bir hazineye sahiptiler. Ta ki kıymetleri kendilerinden menkul sanana kadar! Bilmezsin, ne kadar da güzel hayatları vardı. Şu etrafımda gördüğün aynalara her gün nazar ederler ve sadece kendilerini görürlerdi(!). İçleri de dışları gibiydi yani… O ilk bakışta seçemediğin yazıları bile kendileri yazmışlardı. Bütün bir medeniyetin, irfanın, kültürün ve kısacası tabiat karşısındaki duruşlarının beyan edildiği o yazılar ne kadar da değerliydi önceleri…  Böylece asırlar geldi geçti… Sahip oldukları ihtişam sebebiyle önce şükrü unuttular, sonra da çalışmayı… İşte şimdi tedavisi pek de mümkün olmayan bu hastalık bu ülkeye böyle yerleşti. Beni, yani kendilerini, yani hakikati dahi göremez oldular!  Ne yapabilirdim ki? Her geçen gün yeni silahlar keşfeden düşman sanki başka bir yer bulamamış gibi hep bana taarruz ediyordu. Bu haldeyken bulundukları kıtanın her daim savaş alanı olduğunu unutan aynı zamanda gerçekleşen taarruzları da görmezden gelen bu insancıklar bilerek veya bilmeyerek kendi sonlarını hazırladı…”

“İşte senin şimdi şahit olduğun bu durum ne benim suçum ne de bir başkasının… Vaki sonuçların tesirinin daha ne kadar süreceğini bilmiyorum. Lakin şu meydana bakıp sakın beni suçlama yabancı!” dedi ve sonra tekrar sustu…

Ben de Onunla birlikte susmak istedim. Ebedi! Lakin ne mümkün? Bu defa boynumu çaresizce bükerek son kez seslendim; “Peki bu insancıklar tekrar sana dönse yine de kurtulamayacaklar mı?”…