Türkiye'nin dört bir yanında orman yangınlarının acı tecrübesini yaşadık. Yüzden fazla yangınla aynı anda mücadele etmek zorunda kaldık. Bundan birkaç hafta önce de ülkenin kuzeyinde sel felaketi ile yüzleşmiştik. Hatta orman yangınları devam ederken Van’dan yeni bir sel haberi geldi. Bir taraf sıcaktan kavrulurken diğer tarafta nehirler taşıyor, seller önüne geleni yıkıp geçiyor. Bunların ‘doğal afetler’ diyerek geçiştirilemeyecek kadar karmaşık bir sürecin sonucu olduğunu görmek gerek. Bunun ardında kimilerinin hâlâ ciddiyetini kavrayamadığı iklim değişikliği meselesinin olduğu gerçeğini göz ardı etmemek gerek.

Kovid-19 salgınının tetikleyici sebeplerinden birinin insanoğlunun ekosistemi tahrip etmesi olduğunu konuşmuştuk. İnsanoğlunun sınırsız tüketim hastalığı ve doğanın düzeninin dikkate almayan sorumsuzca davranışları yüzünden doğal hayatın dengelerinin değişmesinin salgın hastalıkların patlak vermesinde bir etken olduğu, salgının ilk günlerinden beri dile getiriliyor. Doğayı tahrip eden insanoğlu, doğanın bozulan dengesinden en çok rahatsız olacak taraf olduğunu hâlâ tam olarak kavrayabilmiş değil. Maalesef, aşırı tüketim çılgınlığından kaynaklanan doğal kaynakları sömürme yarışı hız kesmeden devam ediyor.

Dünyanın dört bir tarafında her geçen gün artan sayıda doğal afetlerin yaşanması, birilerinin zannettiği gibi yangın söndürme uçaklarının sayısı gibi değişkenler yüzünden olmuyor. Bunun en önemli sebeplerinden birisinin küresel iklim değişikliği olduğu konusunda uzmanlar nezdinde bir uzlaşı var. Çevrenin sürdürülebilirliğini tehdit eden iklim değişikliği; çölleşme, biyolojik çeşitliliğin azalması, ormansızlaşma, asit yağmurları, hava, su ve toprak kirliliği, doğal kaynakların tükenmesi, deniz ve okyanus kirliliği, okyanusların asitlenmesi gibi doğal afetlere davetiye çıkaran sorunlar yol açıyor.

Bu tür çevre sorunlarının; Kovid salgını ile önemini idrak ettiğimiz gıda güvenliğine, insanların güvenlik, sağlık ve refahına, doğanın ve doğanın ev sahipliği yaptığı hayvanlar âleminin bekâsına yönelik büyük riskler oluşturduğunu kabullenmemiz gerekiyor. Nasıl Çin’de başlayan salgın tüm dünyayı etkileyebildiyse, kutuplarda eriyen buzulların binlerce kilometre ötedeki Anadolu’da çölleşmeyi hızlandırabileceğini görmezden gelmek gibi bir lüksümüz yok. Tüm dünyanın öyle ya da böyle iklim değişikliğinden bir şekilde etkilendiğini ortadayken, ulusal çapta yürütülen mücadelenin yeterli olmayacağı ve küresel bir işbirliğinin şart olduğunu kabullenmek de gerekiyor. Nitekim bu konuda küresel seviyede bir mutabakata varıldığı 2015’te Paris Anlaşması ile teyit edildi.

Paris Anlaşması ile ilk kez bütün ülkeler sera gazı salımlarının azaltılmasına yönelik taahhütte bulundu. Karbondioksit ve metan gibi gazlardan oluşan sera gazının azaltılması, en azından artışının frenlenmesi, sürdürülebilir bir çevre için şart. Paris Anlaşmasının tarafları 18. yüzyılın ortalarından bu yana sanayileşmenin etkisiyle artan sera gazları yoğunluğundaki artışı düşürmek suretiyle küresel ortalama sıcaklık artışını 2°C’nin altına düşürmeyi kabul etti.

Eğer ülkeler taahhütlerini yerine getiremezse, sadece daha sıcak bire dünya ile karşılaşmayacağız. Bu sıcaklık artışı tüm ekosistemin dengesini bozacak ve yaşadığımız doğal afetlerin sıklığı ve tahribatı da artacak. Örneğin, 2°C’lik bir sıcaklık artışının Doğu Karadeniz’de daha fazla yağışa sebep olurken iç kesimlerde kuraklığa sebebiyet vereceği, orman yangınlarının artmasına yol açacağı, tarımsal verimliliğin ve turizm gelirlerinin azalacağı tahmin ediliyor.

Kısacası, iklim değişikliğini “havanın ısınması”ndan ibaret sanmamak gerekiyor. Sebebi ister terör saldırısı, ister insanların ihmali isterse de başka bir şey olsun, geçen hafta yaşadığımız son orman yangınları, iklim değişikliği ile mücadele edilmez ve ekosistem korunmazsa, ilerleyen dönemlerde ne gibi sorunlar yaşayacağımıza dair bir gösterge olarak kabul edilmeli, bu felaketlerden çevre ve iklim adına da dersler çıkarılmalı.