“Başkalaşmadan gelişerek,
geliştikçe  olgunlaşıp kökleşerek,
kendimize dönerek,
kendimiz olarak,
aynı zamanda da çok çalışarak
önümüzdeki yüzyılı
Türk ve Türkiye Yüzyılı yapacağız.”
Lider Devlet BAHÇELİ

Çağımız düşünürlerinden Lütfi Bergen’in “Benim medeniyet perspektifimde ‘İslam medeniyeti’, Hz. Peygamber ve dört halife döneminde ortaya çıkmış, Hz. Ali'nin şehit edilmesiyle bu medeniyet kaybedilmiştir. Hz. Ali'nin şehadetinden sonra Müslüman toplumlarda "medeniyet", Akdeniz medeniyeti kapsamında ele alınabilir” önermesini okuyunca bu konudaki itirazımı da kendisine kısaca bildirmiştim.

Bergen’in bu tasnifine göre -kesin olarak ifade etmese de- Efendimiz (sav) ve dört halife (ra) sonrasında İslam medeniyeti yok olmuş veya var olan(!) Akdeniz medeniyetine tabi olarak ve onun içinde eriyerek bir alt başlık oluşturmuştu.

Buradan başlayarak dahi çok uzun ve derinlemesine bir yazı kaleme alınabilir… Fakat bizim ana itirazımız Sayın Bergen’in belirttiği dönemden sonra orijinal bir düzlemde inkişaf eden “Türk İslam medeniyeti”ni puslu görmesi ya da hiç görememesidir!

Bu varsayım neredeyse bin yıldır varlığı dünyada hissedilen bir medeniyeti devletleşme tekamülünü bile tamamlayamamış siteciklerden mülhem Helenlere veya Likyalılara bağlamak veya hapsetmektir!

Evet, bu medeniyet tasnifine itiraz ediyoruz!

Gerçekten de itirazımızın ilahi takdir ve tecelli ile alakalı tarafı olduğu gibi ve İbn-i Haldun sosyolojisine göre de masaya yatırılabilir tarafları mevcuttur.

Meseleyi İbn-i Haldun’un da ana tezine konu ettiği  “Haderiler ve Bedeviler” bahsi için ele aldığı Maide suresinden (Allah’a sığınarak) başlayarak açıklamaya kalkar isek, İslam medeniyeti çatısı altında Türklerin İslam’a girerek insanlığa kazandırdığı yeni uygarlık anlayışı hiç de flu değildir!

Haldun’un Maide suresinde geçen Hz. Musa ve İsrailoğulları kıssasına bina ederek kurguladığı “medeniyet nazariyesine” atıfla yine biz de aynı sure-i celilenin 54. ayetini referans alarak Türk İslam medeniyetinin herhangi bir uygarlığın değil, bilakis kendi hususi dünya görüşümüze dayalı bir Umrana(!) sahip olduğunu ifade edebiliriz.

Rabb’imiz ayette mealen; “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine onlardan olmayan öyle bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihat ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir” buyurmuştur.

Bu ayet, Kur’an ilmine göre “inzar ayeti”dir. İnzar; uyarı ve ikaz manasına gelmektedir.

Türklerin İslam’la şereflendiği bu dönem asabiyet, çatışma, bozgunculuk, sapık mezhepler ve yalancı peygamberlerin türediği; İslam için mücadelenin durduğu ve İslam medeniyetinin durakladığı Emevi-Arap dönemi diyebiliriz.

Bu durumdan mürekkep İslam için mücadeleyi bırakan anlayışa karşı inzar yerini bulmuş ve Araplar yerine Araplardan olmayan Türk milleti İslam’la şereflenerek yeni bir medeniyet başlatmıştır.

Tabii ki Türklerin İslam’a girmeleri sadece  kuru bir cihangirlik davası ve meselesi değildir. Böyle bir kabullenme öncelikle ayetin hususiyetini görmezden gelme, mana ve muhtevası huzurunda “hiç mi düşünmezsiniz, hiç mi akıl etmezsiniz” ikazları ile karşı karşıya kalmamıza sebep olacaktır.

Mamafih toplum bilimi hatta Halduncu sosyoloji de Türklerin tüm değerleriyle bir geliş sergilediklerini açıklamaktadır. Fakat bir fark vardır; Türkler İslam medeniyetinin devir teslim törenine “bedevi” tanımlamasıyla değil, “emanetin ehli” olarak gelmişlerdir. Yani birçok birikim, özlem, hususiyet, coşku ve liyakatle…

Türk İslam medeniyeti, gerçekten de kendine has özellikleri, kökleri, kavramları, tarifleri, yorumları, mimarisi, edebiyatı, tabiata ve insana bakışı ile sorunlara çözüm getirebilen bir kültür ile İslam’ın tam manasıyla bütünleşmesiyle doğmuştur. Bu bütünleşmenin verdiği hız ve coşkuyla bin yıldır da dünyaya tesir etmektedir.

Bu minvalde eğer bir “Batı-Pagan-Hristiyan medeniyeti” var ise ki var, müstakilen de bir “Türk İslam medeniyeti” orijinal olarak vardır. Bunu inkâr etmek hem ayetin hususiyetini anlamamak hem de İbn-i Haldun sosyolojisini kavrayamamış olmaktır diye fikrediyorum.

Bu sebeple eğer bir medeniyetler tasnifi yapılacaksa “Türk İslam medeniyeti”nin hususi ve muhkem tarafı gözden uzak tutulmamalıdır.

***

Yukarıdaki konuya bahisle… Kültürler de medeniyetler de birbirinden etkilenir, hatta kurum ve kavramları devralabilir. Bu normaldir. Türk İslam medeniyeti de elbette böyle transferler yapmış, üzerine bina çatmış ve/veya içini kendince doldurmuştur.

***

Şimdi yeni bir çağın mukaddimesindeyiz… Türk Yüzyılı bu çağın insanlığa nefesi olacaktır.

Dünyanın yaşadığı kaoslar ve çalkantılar, insanlığın çektiği acılar ve sıkıntılar artık yeni şeyler söylemenin gerektiğini ortaya koymaktadır.

Batı’nın yani Batı medeniyetinin dünyanın ve insanlığın çektiği bu sıkıntılara vereceği hakça bir cevap olmadığı gibi durumun da sebebi oluşu da aslında onlar için  tam bir çıkmazdır.

Fakat yarım kalan işini tamamlamak için Türk milletinin daha söyleyecek çok sözü vardır…

Türk ve Türkiye Yüzyılı tam da bu yola çıkmaktadır.