AB Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini ve AB Komisyonunun Genişlemeden sorumlu üyesi Johannes Hahn, dün AB Komisyonu tarafından aday ülkelerin Birlik ile ilişkilerinde gelinen son durum hakkındaki raporunu kamuoyuna açıkladı. AB adayı ülkeler Türkiye, Sırbistan, Karadağ, Kuzey Makedonya ve adaylık başvurusunda bulunan Bosna Hersek ile Kosova’ya ilişkin değerlendirmeleri içeren Genişleme Paketi raporu, bekleneceği üzere Türkiye hakkında birçok eleştiri barındırıyor.

Türkiye’nin AB üyeliği gittikçe uzaklaşan bir ihtimal olurken, AB’nin Türkiye hakkında dile getirdiği şikâyet ve eleştiriler giderek artıyor. Türkiye’nin hiçbir eksiğinin olmadığını iddia edemesek de AB’nin Türkiye’ye ilişkin değerlendirmelerindeki büyük hataların Türkiye’nin AB’den uzaklaşmasında ciddi payı olduğunu görmezden gelinemez.

AB içerisinde önemli bir kesimin Türkiye’yi Birlik üyesi olarak görmek istemediği ve bu durumun ikili ilişkilere olumsuz yansıdığı bir gerçek. Özellikle 15 Temmuz hain darbe girişiminin ardından AB’nin Türkiye’ye olan yaklaşımının FETÖ ve PKK etkisiyle daha da olumsuz bir görünüm kazandığı tartışmasız. Bu genel olumsuz havanın son rapora da yansıması şaşırtıcı değil.

Nitekim raporda, Türkiye’nin AB üyelik sürecinin durma noktasına geldiği belirtilerek, mevcut durumda yeni fasılların açılmasının veya açılan fasılların kapanmasının söz konusu olmadığı kaydediliyor. Ayrıca, darbe girişiminden bu yana olağanüstü hâl dahilinde alınan geniş kapsamlı tedbirlerin “endişe verici” olduğu belirtilmekle kalmıyor insan hakları savunucusu, aktivist ve gazeteci tutukluluk halinin sürdüğü ve bu kişilerin “medya ve siyasiler tarafından iftira kampanyasına maruz bırakıldığı” iddia ediliyor. Bunun Türkçesi şu: “Hükümet keyfi bir şekilde istediğini içeriye atıp muhalefeti susturuyor”. Oysa, PKK üyeliği gibi tüm dünyada, tüm ceza kanunlarında “terör örgütüne üyelik” suçu ile suçlanıp tutuklanabilecek kişilerin Türkiye’de tutuklu olmasının eleştirilmesi adil olmadığı gibi, hukukun üstünlüğü ilkesine de apaçık şekilde aykırı.

AB, Türkiye’yi eleştirirken şu sorulara samimi bir şekilde cevap vermeli: “bir basın mensubu, PKK lehine eylemlerde bulunduğunda, meşru seçilmiş iktidarı devirmek için gayrimeşru yollara başvurduğunda ya da terör örgütünün propagandasını yaptığında, bu eylemleri “düşünce özgürlüğü” kapsamına girer yoksa bu eylemleri bir suç mu teşkil eder? AB ülkelerinde El Kaide’nin propagandasını yapan teröre destek suçundan mahkûm edilebilir ama Türkiye’de PKK’yı öven, destekleyen ona kol kanat gerenler masum mudur? Avrupa vatandaşlarına kurşun sıkan her örgüt terörist sayılabilir ama Türkiye’de değişmesini istedikleri bir hükümete karşı darbe yapıp 250 kişiyi katledenler nasıl olur da terörist değil de aktivist kabul edilebilir?

Bunlara benzer onlarca soru öne çıkarılabilir ki bunların hepsi AB’nin Türkiye’yi değerlendirirken gerçeklerden bağımsız ve tarafsızlıktan uzak davrandığının göstergesi sayılabilir. AB, Türkiye’yi üye olarak kabul etmek zorunda değildir ancak Türkiye ile iyi ilişkilere sahip olmak istiyorsa Türkiye’nin gerçeklerini kabul etmeli ve iktidar karşıtı çevrelerin temelsiz iddialarını esas alarak hareket etmekten vazgeçmelidir. Aynı şekilde Türkiye’de AB üyeliğini bir kader ve zorunluluk meselesi olarak görmekten vazgeçerek, daha gerçekçi bir tutumla “olmayacak bir hayalin peşinden mi koşuyoruz?” sorusunu kendine sormalıdır. Bu soruya cevap arayan her Türk vatandaşı, AB’ye muhtaç ve mecbur olmadığımızı da aklından çıkarmamalıdır.