Tele 1’in sahibi ve Birgün gazetesinde köşe yazıları kaleme alan Dr. Merdan Yanardağ, “Faşizm ve İslamcı Faşizm” isimli bir yazı dizisi başlattı. İlk 3 yazıda faşizmin sosyalist literatürdeki sınıfsal tahlillerini masaya yatıran Yanardağ nihayetinde faşizmle ilgili genel bir çerçeveye ulaştığı 4’üncü yazısında şunları ileri sürdü: “Kuşkusuz, faşizm bir burjuva devlet biçimidir ve son çözümlemede diğer burjuva diktatörlükleriyle aynı sınıfsal içeriğe sahiptir. … Faşist devlet ve faşist ideoloji, devrimci bir tehdit altındaki tekelci sermaye ve onunla bağımlılık ilişkisi içindeki diğer sermaye kesimlerinin tarihsel çıkarlarını korumaya yönelik bir mutabakata dayanır. Şiddete dayalı, dolayımsız ve çıplak bir burjuva diktatörlüğüdür. Faşizm sermaye sınıfı için kalıcı bir istikrar sağlamayı hedefler.”

Yanardağ, Mussolini İtalya’sının ve Alman Nasyonal Sosyalizminin faşizm pratiklerinden yola çıkarak, faşizmi her ülkenin solcu akımlarının tepesine indirilen bir zorba yumruğu biçiminde genelliyor. Türkiye’deki faşizm tatbikatını da Türk milliyetçiliği fikriyatıyla ilişkilendirmeye kalkıyor. 4’üncü yazısında şöyle diyor: “Devlet, bütün faşist hareketlerde merkezi bir yer tutar. Her soydan faşist ideolojinin yücelttiği bir kavramdır. …Örneğin; ülkücüler ve İslamcılar devleti bir araç, hizmet üreten bir aygıt ve ulusun örgütlenmesi şeklinde değil, kutsal bir varlık olarak görür.”

Devletin Türk milliyetçiliği fikriyatında kutsal görüldüğü iddiası, biraz kulaktan dolma laflarla, biraz da solun Türk milliyetçiliğiyle faşizm arasında bir rabıta oluşturma kaygısıyla yoğrulmuştur. İnsan yapımı kurumları metafizik güçlerle güzellemek ve kutsallaştırmak, kendi yaptığı puta secde eden müşrik ahlakından bir örnektir. Tarihte bir “kut” inancı olduğu doğrudur ancak Merdan Yanardağ, Türkeş Bey’in metinlerinde devletin kutsal addedildiği tek bir cümle bile bulamaz. Rahmetli Türkeş, devletin bir zor aygıtı olarak vazifelendirildiği faşist devlet düzenini neredeyse her eserinde eleştirmiştir: “Faşizm çoğulcu sosyal yapı üzerinde totaliter bir siyasi rejim kurar. Çağımızda faşizmin geçersizliğinin bir sebebi de bu çelişkidir. Ayrıca faşizm sınırsız, sorumsuz bir zorba devlet tipini temsil eder.” (Alparslan Türkeş, Sorgu, s. 182)

“Milli Devlet Güçlü İktidar” demek devleti kutsal ilan etmek değil, devletin üniter karakterine ve icranın (seçilmiş hükümetin) kamusal hizmetlerinin sürekliliğine göndermede bulunmaktır. Devlete yücelik atfetmek açık bir faşizm emaresiyse, devletin bürokrasi ve parti kanalıyla en çok kutsallaştırıldığı sosyalist devletler faşizm bayrağını kimseye bırakmazlar.

Merdan Yanardağ’a göre faşizm “Sermaye sınıfı için kalıcı bir istikrar sağlamayı” hedeflemektedir. Demek ki faşist olabilmenin ayırt edici koşullarından birisi üretim ve bölüşüm ilişkilerini sermaye sınıfı çıkarına kollamaktır. Oysa Alparslan Türkeş “Bugün ülkemizde Türk milletini meydana getiren altı sosyal dilim, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmadığı için Türkiye’de iktisadi demokrasi yoktur” (Temel Görüşler, s. 82) diyerek kapitalist mülkiyet biçimine karşı milleti zenginleştirecek bir reçete sunar. Faşizmi reddeden bir düşünceyi, ısrarla faşist ideolojinin kalıplarına sığdırmaya çabalamak zoraki benzetmelere kapı aralamaktadır. Nitekim Yanardağ “Türkeş, iktisadi ve siyasi bakımdan korporatist sistemi savunur. Korporatizm, klasik faşizmin ekonomik ve sosyal düzeninin temelini oluşturur.” cümlelerini kuruyor.

Korporatizm faşizme özgü bir düzenlemedir ama Mussolini’den önce toplumcu sosyolog Emile Durkheim tarafından savunulmuştur. Durkheim şöyle söyler: “Bir ulusun varlığını koruyabilmesi için, devlet ile bireyler arasında, bireyleri kendi etkinlik alanlarına güçlü bir biçimde çekebilecek ve onları böylece toplumsal yaşamın coşkun akışına katacak ölçüde onlara yakın olan bir dizi ikincil kümelerin bulunması gereklidir.” (Toplumsal İşbölümü, s. 50-51). Fakat Durkheim’ın savunageldiği korporatizm ile İtalya’da uygulanan faşist biçim arasında temel bir ayrım söz konusudur. Durkheim’ın korporasyonları ve meslek gruplarını, modern endüstriyel toplum düzeninde mesleki örgütlenmenin bir gereği olarak sunma amacı devleti kutsamak değil, devlet gücünü frenleyecek ara mekanizmalar yaratmak ve bireysel özgürlükleri işbölümü olgusu etrafında işlevselleştirmektir. Durkheim’dan etkilenen Ziya Gökalp de Türkiye’de korporatist düşüncenin ilk savunucularından olmuştur. Fakat tüm bunlara rağmen Türkeş Bey’in korporatizmi savunduğunu iddia etmek onun ileri sürdüğü fikirleri çarpıtmaktan başka bir şey değildir. Alparslan Türkeş korporasyonlarla ilgili “Faşist İtalya’da uygulanan sistem korporasyonlar sistemidir. O sistemde işverenlerle işçiler beraber bir korporasyon içinde teşkilatlanıyor ve korporasyonların temsilcilerinin bulunduğu bir meclise dayanan bir idare bahis konusuydu. Bizim görüşlerimizin ise bununla hiç ilgisi yoktur. Yani korporasyon sistemini kabul etmiyoruz.” ifadelerini kullanır. (Bir Devrin Perde Arkası, s. 35)

Merdan Yanardağ iktidara faşist bir soy kütüğü oluşturmak için Türk milliyetçiliği ideolojisini zincirin ilk halkasına yerleştirme kurnazlığına başvurmuştur. Elinde rahmetli Başbuğ’un kitapları olduğu belli, ama içerisinde yazanlara göre değil kafasındaki ortodoks anlatıya uygun hareket ediyor. Türkeş Bey’i ciddiyetle okursa onun eserlerinde bol bol karşılaşacağı anlamlar; siyasi ve iktisadi demokrasiye inanan, milliyetçi, toplumcu, ilerlemeci bir düşüncenin bütün yabancı “izm” kalıplarından arındırılarak Türk milletine özgü bir formda dile getirilmesidir.

Merdan Yanardağ Türk milliyetçiliğini faşizmin yerel şubesi seviyesine indirerek her türlü kurtarıcı yabancı düşünceyi reddeden bu düşüncede çelişki ve tutarsızlıklar aramak yerine kendisiyle ilgili ideolojik açıdan kafaları kurcalayan bazı sorulara cevap vererek daha isabetli bir yazı dizisi oluşturabilir. Mesela başlangıç olarak şunlar sorulabilir: Merdan Yanardağ mülkiyet karşıtı bir ideolojinin taraftarlığını yaparken ancak sağlam bir sermaye ile alınabilecek TV kanalına nasıl sahip olmuştur? Bu sağlam sermaye içerisindeki “birikmiş emek” hangi sömürü ilişkilerinden yontulmuştur? Merdan Yanardağ kanalında çalışan işçilerin emeğinin “artı değeri”ne el koymakta mıdır? Koyuyorsa bu hangi oranlarda gerçekleşmektedir? Şimdilik sorular bunlardır. Sorularımıza cevap verebilirse devamı gelir.