DSÖ’nün onay verdiği bu aşılar yerine, AR-GE’si burada yapılmış, tüm detayına hâkim olduğumuz Türkiye’de devlet gözetiminde seri üretimi yapılan aşıların içimizi daha ferah tutacağını söyleyebilirim. Sağlıkta millileşmeyi bu açıdan, yani “sağlık güvenliği” açısından da değerlendirmeliyiz.

KOVID-19 salgını öncesinde sadece Türkiye değil, tüm dünyada insanlarda aşı karşıtı bir duruş oluşmaya başlamıştı. Aşı karşıtı grupların yaygın görüşleri ağırlıklı olarak şunlar olmaktaydı.

  • Aşının içerdiği bileşenlerin (örneğin cıva, alüminyum vb) farklı hastalıklara yol açtığı,
  • Üremeyi azalttığı
  • Doğal seleksiyonu engellediği
  • Hastalığı geçirerek, bağışıklığın daha doğru olabileceği
  • Aşıların zorunlu olmasına ilişkin tepkiler

 

İşin ilginci, aşı karşıtı insanlar daha çok sosyoekonomik seviyesi yüksek gruplardan. Bu durum aşı karşıtı kitlenin, aşı karşıtı dezenformasyona internet yoluyla daha çok maruz kaldıkları ile açıklanabilir. Aşının iyi mi kötü mü olduğunu ise basit bir empirik yaklaşımla, yani sonucuna bakarak görebiliriz. Osmanlı zamanından bu yana başarılı yaygın aşılama ile vatandaşlarımız dünyada on binlerce cana mal olan difteri, boğmaca, tetanos, çocuk felci gibi onlarca ölümcül hastalığa karşı güçlü bir koruma sağlamış oldular. Bu nedenle külliyen bir aşı karşıtlığının çok ama çok yanlış olduğunu görmeliyiz. Bununla beraber, son salgında Dünya Sağlık Örgütünün öncelikle bu konuyu hafife alması ile büyük bir kredibilite yitirmiş olması, özellikle Bill Gates ile anılan küreselci grupların aşı diye bağıran kampanyaları, dünya nüfusunu azaltmaya odaklanmış grupların varlığının konuşulmasının da savunma reflekslerimizi tetiklediğini söylemem gerekiyor.

DSÖ’nün onay verdiği bu aşılar yerine, AR-GE’si burada yapılmış, tüm detayına hâkim olduğumuz ve yine Türkiye’de devlet gözetiminde seri üretimi yapılan aşıların içimizi daha ferah tutacağını söyleyebilirim. Sağlıkta millileşmeyi bu açıdan, yani “sağlık güvenliği” açısından da değerlendirmeliyiz.

Diğer bir konu da aşı yapılan ve yapılmayanların, bir hastalığı geçiren-geçirmeyenlerin ya da risk grubundakilerin tanınabilmeleri için uygulanması konuşulan yöntemler. Bunlardan en çok ses getireni çip uygulamaları oldu. Vücuda yerleştirilen (implant) çipler ilk kez 1997 yılında patentlenmiş. Bunlar sadece bir kimlik tanıma görevi değil, aynı zamanda bir maddeyi (örneğin aşı) zaman içinde serbest bırakma görevi de içeren tasarımlardı. Bugün bu tasarımlar hayata geçirilmeye başlandı. Bu vücut yongalarını sadece sağlık için de düşünmeyin. Örneğin, Avrupa Parlamentosu işçilerin takibi için İş ve Sosyal İlişkiler başlığı altında bu konuyu çalışıyor. Peki, yazılımın ya da donanımın yerli olmasının güvenlik çerçevesindeki öneminden bahsediyorsak, insan vücuduna takılan bir çipin, bunun algoritmasının, bunun içindeki bir aşının, ya da bir maddenin içeriğinden nasıl emin olunabilecektir?

Ayrıca, bu tür uygulamalar sağlık, güvenlik, etik ve kanuni yansımaları açısından da çalışılmaya muhtaçtır. Bu tür uygulamaların önereceği yöntemler ciddiye alınmalı, bunlara karşı insan onuru, özgürlüğü ve diğer anayasal haklarını koruyacak bir duruş oluşturulmalıdır. Bu noktada sadece vücut yongaları değil, yüz tanıma, parmak izi, avuç izi, retina izi gibi biyometrik kimliklendirme araçlarının durumu da analiz edilmelidir.