Diğer ülkelerdeki seçimleri takip etmek ve seçim sonuçlarının çok boyutlu analizini yapmak, Türkiye’nin sözkonusu ülkelerle ilişkilerini şekillendirirken hata yapmamak için elbette önemli. Diğer yandan, Avrupa’nın birçok ülkesindeki seçimlerin detaylı tahlillerini yapmak, Avrupa kıtasında hâkim olan genel siyasi, sosyal ve ekonomik durumun ne olduğunu anlamamızı da kolaylaştırabilir. Örneğin, geçen hafta sonu Fransa’da Cumhurbaşkanlığı için yarışan ırkçı Le Pen’in kendinden başka yarışan 11 adayın 10’undan fazla oy alarak ikinci tura kalması, Fransa’daki İslam ve Türk karşıtlığının sosyolojik analizi için önemli bir veri.

Ancak, Türkiye’deki bazı siyasi söylemler incelendiğinde, seçimlere bu gözle bakmayıp yurt içindeki siyasi durumu yönlendirmek niyetiyle bu seçimleri bir fırsat olarak gören bir muhalefete sahip olduğumuz ortaya çıkıyor. Macaristan’daki seçimlerin öncesinde 6 siyasi partinin mevcut iktidarı devirmek üzere ittifak kurması, bizdeki muhalefete ilham kaynağı olabiliyor. Daha önce de İsrail’de birleşerek Netanyahu iktidarına son veren siyasi partiler, bizdeki muhalefet için önemli bir motivasyon kaynağı olmuştu. Orada Netanyahu’nun uzun yıllardır süren iktidarını ancak birçok siyasi partinin birleşmesiyle mümkün olması, bizim muhalefeti de aralarındaki anlaşmazlıklara rağmen birlik olmaya cesaretlendiren bir gelişme olarak değerlendirilmişti.

Netanyahu örneğinin tekrar edeceği ümidiyle Macaristan seçimlerine odaklanan muhalefet, bu sefer umduğunu bulamadı. 6 parti tek başına girse alacağı toplam oyu ittifak olarak alamadı. Zira Macar seçmeni, bu altı partinin tek çatı altında olmasını hem siyasi etik hem de yönetme kabiliyeti açısından uygun görmedi. İktidara bilinmeyen, denenmemiş altı farklı partiden oluşan bir koalisyonun gelecek olması, Macar seçmenler için riskli bulundu ve dolayısıyla benimsenmedi. Türkiye’deki 6’lı masanın benzer bir akıbetle karşılaşmaması için hiçbir sebep de yok.

Seçim sonuçlarının en önemli belirleyicisinin ülke içindeki şartlar olduğu doğruysa da uluslararası arenadaki gelişmelerin de önem arz ettiği bir gerçek. Nitekim Macaristan, Sırbistan ve son olarak Fransa’daki seçimlerin sonucuna etki eden unsurlardan birinin Ukrayna krizi olduğu inkâr edilemez. Covid salgını ve sonrasında tüm dünyayı sarsan ekonomik krizin de seçmen davranışlarına yansıdığı da bir gerçek.

Son iki hafta içinde Avrupa’da gerçekleştirilen bu seçimlerin galiplerinin mevcut iktidarlar olması ise hiç de şaşırtıcı değil. Zira ekonomik ve siyasi şartlar sebebiyle zorlu bir dönemden geçilirken, tek başına karar alabilecek ve tanınan/ bilinen bir lider varken, çok parçalı bir koalisyona veya sürprizlerle dolu yeni bir lidere güvenmek hiç de kolay değil. Avrupa’nın ekonomik kriz, enerji sorunları ve Ukrayna krizi ile karşı karşıya olduğu bir dönemde önceliğin “istikrar” olması hiç şüphesiz çok makul ve öngörülebilir.

Dolayısıyla, “Avrupa’da bir araya gelen küçük muhalefet partileri yılların iktidarlarını devirirse biz de bunu burada yapabiliriz” bakışıyla siyasi mühendislik işine girenlere Avrupa’dan ekmek çıkmadı. Zaten mevcut küresel çapta siyasi ve ekonomik konjonktür, güçlü liderlerin ve güçlü bir devlet mekanizmasının önemini giderek artırıyor. Çok parçalı ve karar alamayan bir parlamentoya veya farklı siyasi partilerden müteşekkil olup icra kabiliyeti sergileyemeyen hükümetlere güvenmek bu şartlar altında giderek zorlaşıyor. Covid kriziyle mücadelede sınıfta kalan ülkelerin karar alma ve uygulamada acziyet içine düşen ülkeler olması da zaten tesadüf değildi.

Hal böyleyken, 2018’de yapılan anayasa reformu ile hükümet sisteminin değiştirilmesiyle güçlü bir yönetim mekanizmasının kurulmuş olmasının ne derece isabetli olduğunu kaydetmek gerek. Türkiye’nin bu önemli kazanımının sürdürülebilir olması ve küresel sorunlara hızlı ve etkin cevap vermek suretiyle milli menfaatlerin teminatı için siyasi istikrarın önemi giderek artıyor.