Yıllardır devam eden İsrail zulmü, mukaddes ramazan ayında iyice çığrından çıkmış, ibadetlerini eda eden Filistinli dindaşlarımıza yönelik saldırılar infiale yol açmıştı. Filistinlilerin İsrail’in ağır silahlı saldırılarına taş ve sopalarla karşılık vermesini fırsat bilen gaddar İsrail rejimi ise baskısını ve şiddetini artırarak karşılık vermiş, kendinden bekleneni sergilemişti. Bununla da yetinmeyen İsrail, abluka altında tuttuğu Gazze’ye ağır bir saldırı düzenlemiş, 65’i çocuk 200’den fazla Filistinliyi hayattan koparmıştı.

11 gün süren çatışmanın ardından, Mısır’ın ara buluculuğunda Gazze’yi yöneten Hamas ile İsrail arasında ateşkes sağlandığı ilan edildi. Her ne kadar ateşkes kararı memnuniyet verici bir gelişmeyse de İsrail’in şimdiye kadarki siciline ve politikalarına bakıldığında barış, huzur ve istikrar için ümit var olmak pek kolay değil. Zira ateşkes kararından sonra yine İsrail’in Mescid-i Aksa’daki Müslümanlara yönelik şiddet uygulaması, İsrail’in ateşkes kararı alırken barışa giden bir yol açmak niyetinde olmadığı açıkça görüldü.

Yaşanan süreç, elbette bazı gerçekleri tekrar gün yüzüne çıkardı. Her şeyden önce İsrail’in uzlaşmaz ve barbarca bir tavır sergilemekten kaçınmayacağı, insanlık onuru, insan hakları ve uluslararası hukuk tanımayacağı gerçeği bir kez daha teyit edildi. Kendinden olmayanların yaşama hakkına bile aldırış etmeyen İsrail yönetiminin, ne kadar zalimleşeceği dinî bir mekâna silah ve bombalarla girmeleriyle bir kez daha dünya kamuoyu tarafından görüldü. Kimin mazlum kimin zalim olduğu noktasında bir şüpheye yer kalmadı.

İsrail’in üstün teknolojisi ve askerî teçhizatının Hamas’a diz çöktüremeyeceği, “Demir Kubbe” dedikleri hava savunma sistemine güvenen İsrail’in de çatışma sürecinde Hamas tarafından karşılık verilen misillemeden zarar göreceği anlaşıldı. Bu durum, ileriki dönemde İsrail’in saldırırken iki kere düşünmesine yol açacak kadar önemli. Ateşkesin ardından Gazze’de “İsrail’e boyun eğmedik, saldırılarını karşılıksız bırakmadık” nidaları Gazze yönetimi ve halkının öz güvenini arttığının ve moral açısından daha iyi durumda olduğunun göstergesi olarak kabul edilebilir.

ABD Başkanı Biden’ın yaşanan süreçte önemli bir aktör olarak olaylara müdahale edemediği ve bir varlık sergileyemediği, müdahil olsa dahi hak ve hukuktan yana değil zalimden yana tavır alacağı da bu süreçte ortaya çıkmış oldu. Trump, İslam dünyasının göz bebeği Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan ettiğinde, İsrail’in gayrimeşru işgallerini meşrulaştırmaya yönelik sözüm ona “Yüzyılın anlaşmasını” ortaya attığında İsrail Başbakanı Netanyahu, Trump’ı “İsrail’in en büyük dostu” ilan etmişti. Belli ki Biden, Netanyahu’nun Trump’a verdiği anlam ve öneme ortak olmak istiyor. Bu yüzden de söz konusu Türkiye olduğunda insan haklarından, demokrasiden özgürlüklerden dem vuran Biden, İsrail söz konusu olunca katliama bile ses çıkaramayan bir gafile dönüşüveriyor.

Bu süreçte, bir gerçek daha teyit edildi. O da şu ki ABD’nin desteği, zımni onayı, verdiği onlarca ağır silahı İsrail’in zulmüne alet olsa, hukuksuzluk ve şiddet İsrail’in temel aracı olup Filistinli masumlar dünyanın gözü önünde katledilmeye devam da etse, Filistinlilerin meşru hak ve taleplerinden vazgeçmeyecek. Zalimin zulmü, Filistin davasına desteğin azalmasını, davadan dönülmesini sağlamaya yetmeyecek. Artık İsrail’in bu gerçeği görmesi, buna göre davranması gerekiyor. Şimdiye kadar bu gerçeği idrak edemeyen İsrail, acaba daha kaç masum cana kıyacak bunu anlayabilmek için?

Son olarak, uluslararası hukukun devreye girmesi beklenirken, barış ve istikrar için bel bağlanan Güvenlik Konseyi’nin acziyetten kurtulup bir katkı sunamadığı da ortaya çıktı. Uluslararası güvenliği sağlamakla görevli bir kurumun, avuç kadar bir ülkenin karşısında varlık gösterememesi ve akan kanı durdurmak için hiçbir şey yapamaması da küresel sistemin haklıdan yana değil güçlüden yana olduğunu ortaya çıkardı. Velhasıl, Filistin halkının daha yüksek bir öz güvenle İsrail ve ABD’nin yanı sıra uluslararası hukuksuzlukla mücadele ettiği bir kez daha herkes tarafından görüldü.